Ekoloji ve Sol

Fevzi Özlüer

Türkiye’de ekolojik krizin derinleşmesine paralel olarak sosyalistlerin de ekolojik krize olan ilgisi artmıştır. Her ne kadar bu “kriz” sözcüğünün başına getirilen ekoloji kelimesinin anlamlandırılmasında, sol sosyalistler açısından tam bir netlik içermediği düşünülecek olsa da en genel anlamda kapitalist uygarlığın doğayı yağmalaması ve doğanın maddi güçlerini yok etmesi olarak okunduğu söylenebilir. İkinci dünya savaşı sonrasında toplumların üzerine çöken bunalım ve arayışlar, yaşamın anlamlandırılması ve felsefenin bu anlamlandırma çabaları üzerine katkıları politik ekoloji hareketlerinin de düşünsel kaynaklarını zenginleştirmiştir. 1970 ve 80’li yıllardan başlayarak sosyalistlerin ekolojik kriz üzerine değerlendirmeleri ve Marksizmi bu sorunlarla birlikte güncelleme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Buna karşın ekolojik kriz üzerine analizlerinin Türkiye’de 80’li yılların sonu ve 1990’lı yılların başından itibaren teorik ve ideolojik boyutlarıyla tartışılmaya ve toplumsal bir güç olarak yeşil ve çevre hareketlerinin ortaya çıkmasına paralel olarak çeşitlendiği de belirtilmelidir.[1] Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren “ekoloji tartışmalarının” önemli düşünce kaynaklarının Türkçeye kazandırılması da sosyalistlerin ekolojik krizle ilgili tahlillerinin şekillenmesinde etkin olmuştur.

Bununla birlikte her gün yaşamın her anında etkisi giderek hissedilen küresel iklim değişikliği, kuraklık, çölleşme, türlerin yok olması v.b sorunların giderek politikanın önemli uğrak noktalarından biri haline gelmesi de sosyalistlerin bu konulardaki duyarlılıklarını arttırmıştır. Ankara’da yaşanan susuzluk konusunda, Halklar ve Özgürlükler Cephesi’nden Ankaram Platformuna kadar pek çok örgüt faaliyet yürütüyor. Nükleer Santraller karşı mücadelenin içinde ÖDP, SDP gibi politik aktörler etkin görevler alıyor. İklim değişikliğine karşı mücadele, DSİP ekseninde, Kyoto Protokolü imzalansın kampanyalarına dönüştürülüyor. Maden karşıtı mücadelelerde pek çok sosyalist yapı süreci örgütlemeye çalışıyor.

Bununla birlikte “ekoloji” sözcüğünün çok anlamlılığı ve giderek “ekolojik kriz, ekolojik politika, ekolojik yok oluş, ekolojik toplum” örneklerinde olduğu gibi belli bir siyasal aidiyet ve siyasallaşma biçimine atıf yapan kategorinin sosyalistlerin düşünme ve eyleme pratiklerinde ne kadar belirleyici olduğu ise hala tartışmalıdır.

En temelde insanın toplumsallaşma sürecinin, kendini var etme koşullarının ve kendini yeniden üretme sürecinde doğayla kurduğu ilişki üzerinden kuran pratiklerin ve teorilerin heterojen bileşkesi olan ekoloji düşüncesi şu ya da bu biçimde sosyalist solu etkilemiştir. Kimi kez mesafeyle kimi kez de yeni bir “söz” ruhuyla yaklaşılan bu düşüncenin felsefi ve ideolojik kaynaklarına uzun uzadıya girmek bu yazının kapsamı dışında kalacaktır. Ancak sosyalist sol açısından, “ekolojik kriz” eninde sonunda bir toplumsal mücadele ve örgütlenme dinamiği de sağlamaktadır. Ekolojik krizin kavranışı, teorik düzeyde ekolojik siyasal hattın şu ya da bu noktasıyla teması da zorunlu kılmaktadır.  Ancak bu 2000’li yıllarla birlikte sosyalist solun yeni söz ve eylem çizgisi inşa edip edemeyeceği konusunda derin şüpheyi de beraberin de getirmelidir. Yeni sorunlar karşısında Marksizmi yetersiz bulup ekolojik düşünürlerin cephaneliğine dalan sosyalistlerden[2],  Marksizmin içinde ekolojizm[3] arayan sosyalistlere kadar şenlikli bir dönemeçte olduğumuz söylenebilir. Ancak bunlarla birlikte kapitalizmin sınıfsal bir eleştirisi ekseninde, “doğanın sınırları” tartışmaları da bugün için en tutarlı kriz analizi olarak güncelliğini korumaktadır. Elbette 2003 yılında Abdullah Öcalan’ın İmralı da Bookchin’i yeniden keşfetmesi ve kürt özgürlük mücadelesinin birden “ekolojik demokratik toplum” perspektifini kurmaya başlaması da bu doğrultuda değerlendirilmesi gerekir.[4]

Sosyalizm mücadelesi elbette Marksizm ile sınırlı değildir ama Marksizmin sınıfsal ve toplumsal çelişkileri aşma konusundaki referansları da yeni “toplumsal hareketçilik” sosyalistlere bulaştıkça sınıf analizleri de tartışmaları da rafa kalkmaktadır. Ekolojik kriz kimi sosyalist kesimlerde sınıf analizleri düzeyinden, yeni toplumsal hareketlerin tartışma düzeyine kaymaktadır.[5]  Bu çalışmada ise 2000’li yıllarla birlikte Türkiye’de sosyalist siyasal partiler ve hareketlerde “ekoloji meselesinin” nasıl algılandığı ve pratiğe dönüştürüldüğü açığa çıkartılmaya çalışılacaktır.

Tabi ki bu algıyı derinleştirirken de özellikle Türkiye çevre ve yeşil hareketine kısa bir temas yapılarak sosyalistlerin bu hareketlerle ne düzeyden bir ilişki kurdukları da açımlanacaktır. Bununla birlikte özellikle Marksizmi yenileme girişimleri ve yeni toplumsal hareketçilikle birlikte yükselen sosyalizm algısının, yeni bir sol tahayyül geliştirmeye yeterli teorik açılımı sağlayıp sağlamadığı özellikle 2000’li yıllardan sonra kurulan sol sosyalist parti programlarına bakılarak okunmaya çalışılacaktır. Günümüzde teorinin giderek daha fazla önem kazandığı ve toplumsal bir pratikle iç içe geçmiş bir teoriye duyulan ihtiyaç, yeni dönemin sorunlarını karşılamak adına girişilen çabalar da ekoloji mücadelesi ya da ekolojist bakış açılarının referansının bir belirleyici olup olmadığı anlaşılmaya çalışılacaktır. Bu noktada da kimi zaman yaşanılan deneyimlere ve mevcut parti programlarına sadık kalınacaktır.

1. Ekolojik Krizi Anlamak

Ekoloji hareketi, bugün için temelde siyasal bir emek hareketi olarak inşa edilebildiği ölçüde, bugün güncel olarak yaşanan teorik sıkışmışlığı aşma konusunda bir adım atılmış sayılacaktır. Bu nedenle de ekolojik krizi salt bir çevre sorunu olarak kavrayan yaklaşımların eninde sonunda giderek emek hareketinden uzaklaşacaklarını görmeleri gerekir.

Ekolojik krizi kapitalizme özgü bir sorun alanı olarak kavramsallaştırma çabası günümüzde yaygın kriz tahlili olarak ön plana çıkmaktadır. Bu kimi kez bir üretim ve toplumsallaşma biçimi olarak anlam kazansa da aslında en genel de kapitalizme ekonomik bir model olarak yaklaşan görüşlerin etkisiyle şekillendirilmektedir.  Oysa “İnsan kendi tarihini yazmaya başladığı, geçim araçlarını ve dilini ürettiği günden beri, toplumsal yaşamımızın varlık koşullarına kavuştuğu emek sürecinde, emeği dolayımıyla doğayla gerilimli bir ilişki kurmuştur. Toplumsal yönüyle bu gerilim tekil bir varlık olarak insanın “doğayla mücadelesinden” değil, emek sürecinde toplumsallaşan insanın toplumsal ilişki kurma biçimlerinden kaynaklanır. Bu toplumsal ilişkiler ağında insanın evrimi doğaya rağmen değil doğayla birlikte bir evrimdir.  Toplumsal olanın örgütlenme tarzı insanı ve doğayı birbirlerine paralel ama birbirlerine indirgenemez tarzda belirler. “Toplumsal örgütlenme” doğayı ve insanı karşı karşıya getiren bir olgu değildir. Ama toplumsal örgütlenmenin biçimi, üretimi, yeniden üretimi, evrimi ve ideolojisi insanın ve doğanın yok oluş veya birlikte yaşama koşullarının zeminini oluşturur.”[6]

Bu açıdan söylenebilir ki ekolojik kriz, insanın doğayla birlikte özgürleşme çabasının, kendini yeniden üretirken toplumsal bedeni olan emeği nasıl yeniden üretebileceğine dair sorun alanlarında filizlenir. Ekolojik kriz, tek başına kapitalist ekonominin yağmacı görünümünün ortaya çıkardığı bir nesnellik durumu değildir. Bu açıdan da ekolojik krize yanıt aranacak yer, iktisadın dolambaçlı yolları değil, siyasetin kuruluş biçimindedir. Elbette ki burada siyaset diye vurguladığım, toplumsalın kendini kurma faaliyetidir ve bu açıdan da ekonomi politiği dışlamaz. Bu nedenle ekolojik kriz, toplumun kendini üretme yeniden üretme sürecinde emeğin toplumsallaşma karakterlerinde ortaya çıkan ontolojik bir sorundur. Bu açıdan her üretim tarzının kendine özgü “ekolojik krizleri” vardır. Bugün ise ekolojik kriz kapitalizm koşullarında biçimlenmektedir. Bu açıdan ekolojik krize bu eksende üç odaktan yaklaşılabilir.i

1.1.ONTOLOJİK AÇI-Bedenin ve Doğanın Yarılması

Ekolojik kriz tartışmaları ya da bunalıma ilişkin kavramlaştırmalardaki çözümlemeler farklı eksenler doğrultusunda yapılmaktadır. Bu çözümlemelerden en keskini ve hemen dile geleni, insan ile doğa arasındaki ontolojik bir karşıtlıktan referansla yapılmaktadır. İnsan doğanın dışında bir gerçeklik olarak ifade edilirken, onun “doğaya yabancı” etkinliklerinin ekolojik krize neden olduğu imlenmektedir. Bu yaklaşım da sosyalistler arasında giderek yaygınlaşan ve özellikle iklim değişikliği tartışmalarının ve yürütülen mücadelenin ana akslarından biri olamaya başlamaktadır. Özellikle iklim değişikliğinin “insan kaynaklı” olduğu vurgusu, “insanı” tüm tarihsel ve sınıfsal kökenlerinden kopartmaktadır.

Bu şekilde sorunun nedeni tüm bir insan uygarlığı olarak genelleşerek, sorun çözümsüzlüğe itilmektedir. Bu insanı doğa dışında tanımlayan, ilişkiselliği görmezden gelen,  tam da bu nedenle de onu biyolojik bir varlığa indirgeyen bir yaklaşımdır.[7] Her şeyden önce şunu belirtmekte yarar var, insanın bilinçli faaliyetleriyle doğayı değiştirmesi her üretim tarzında farklı etkilere, sonuçlara neden olabileceği gibi farklı nedenlerden de kaynaklanabilir. [8]

Bu faaliyetler üretim ilişkileri ölçeğinde ve belirli bir üretim tarzında anlamlandırılabilinir. Bu gün için beden ve doğa arasındaki yarılmanın kökeni verili üretim-tüketim ve yeniden üretim tarzıdır. Bu süreçte ekolojik kriz, toplumsal bedenin sınırlarına kadar genişlemiştir. Bu demektir ki, ekolojik kriz karşısında toplumsal emeğin, yaşam mücadelesi örgütlenmelidir. Bu nedenle hareketin kapsamına hem canlı bedeni hem de toplumsal bedeni girmektedir. Bu açıdan siyasal özne, bedenin ve doğanın cisimleştiği toplumsal emeğin var olma düzlemlerinde açığa çıkacaktır. Bu açıdan, ekolojistler ve sosyalistler, her şeyden önce, sorunun kökenine, “insanı” değil bu insanın biçimlendiği tarihsel ve toplumsal koşulları almaları gerekir.

1.2. KAPİTALİZMİN TARİHSELLİĞİ-Üretimin ve Yönetimin Parçalanması

Ekolojik krizi anlamlandırma çabası, bir yandan kapitalizmin yıkıcılığını da karakterize etme çabasıdır. Bu açıdan söylemek gerekir ki, kapitalist üretim tarzının belirleyici özelliği üretim araçları mülkiyetinin burjuva sınıfının elinde olması ve halkın toplumsal üretim araçlarından yoksun kalmasından dolayı emeğini, iş gücü olarak piyasada satmak zorunda kalmasıdır.[9]  Bu meta düzeni kullanım değeri yaratma mantığına göre değil her seferinde daha fazla değişim değeri, kar elde etme mantığı üzerinden işler.

Daha fazla kar elde etme mantığına dayanan kapitalizm üretim için gerekli olan girdileri ya da maliyetleri en düşük seviyede tutma refleksini de sistemin mantığı gereği barındırır. Emeğin iş gücü olarak satın alındığı bu koşullarda doğa varlıkları da ucuz hammadde olarak mübadele değerinin masraflar hanesinde niceliksel değerlere dönüştürülür. Emeğin bu doğal ve toplumsal formlarının, kullanım değerinin bu bileşenlerinin sermaye birikimi sürecine tabi olması ve birikim zorunluluğunun kapitalist üretim tarzının motoru haline gelmesi eş zamanlı işleyen bir süreç ve ilişki olarak kavranmalıdır. Kapitalist üretim bu nedenledir ki aynı zamanda kendi maddi üretim koşullarını bozmaya meyillidir. Sermeyenin büyümesi bu maddi gerçekle mümkün olabilir.

İnsan ile doğa arasında ontolojik bir uçurum açan kapitalist yaşam, büyüme ideolojisini de ülkeden ülkeye, bireyden bireye kanserli bir hücre gibi yayar. Ülkeleri kalkınma ideolojisinin cenderesine aldığı gibi kişileri de elde etme ve sahip olma duygusunun esiri yapar. Sahip olmak diğer tüm duyguların yerini aldığı ölçüde de sermaye kendini yeniden üretir.

Arzu edilen ama ulaşılamayan nesneler dünyasında, nesnelere her ulaşma yeni bir sahiplik ilişkisi doğurur.  Kişiler arası ilişkinin metalar arası ilişkiye dönüşmesiyle tatmin edilemez ihtiyaçlar evrenini de ideolojik olarak kendi döngüsünü ve nesnesini yaratmış oluyor. Bu şekilde evrensel ihtiyaçlar kategorisi de yaratılmış olur. Bundan sonra da “Tüketici” olarak kodlanan geniş yığınların tek bir uğraş alanı kalır: “daha fazla tüketmek”. İnsani yetenekler, boş zaman ve hazzın kesişimi bir etkinlik olarak çalışma alanından kopartılıp, ideolojik olarak tüketim nesnelerinin ruhlarına giydirildiğinde, “herkesin yeteneğine göre herkese ihtiyacı kadar” ufku da basit bir ihtiyaçlar sistemi haline gelir.

Kapitalizm üretim ve yönetim arasındaki sınıfsal çelişkiyi derinleştirdikçe, toplum giderek kendi toplumsal bedenine – emeğine ve onun maddi var oluş koşullarına yabancılaşır. Bu açıdan bugün bir yandan sosyalistler için, taban hareketi olarak tarif edilen aktörler aslında doğrudan birer emek hareketi olarak gelişmek zorundadır. Çünkü eninde sonunda, tarım, ormancılık, maden, enerji, su, havanın.. metalaşması, birer sektöre dönüşmesi aynı zamanda, geniş toplum kesimlerinin de proterleşmesine yol açmaktadır. Ya da tam tersinden bu proleterleşme süreci, emeğin maddi varlık koşullarını yok etmektedir. Bu açıdan söyleyecek olursak, ekoloji mücadelesi, emeğin ve doğanın maddi yaşam ve var olam koşullarını yeniden üretme süreci olarak örgütlenecekse, bu süreç hem üretimin hem de yönetimin arasındaki yarılmayı ortadan kaldırmayı hedeflemelidir.

1.3. Kent ile Kır Arasındaki Çelişki

Kapitalizm ve elbette onun var olduğu modern dünya her şeyden önce insanın toplumsal bedeni olan emeğin parçalanmasının hikâyesidir. İnsanı bir türsel varlığa dönüştüren modern kapitalist uygarlık, insanın toplumsal bedeni olan emeğine ve dolayısıyla da onun yaşam alanına yabancılaşmasına neden olmuştur. Bir yandan sermaye birikim süreci, geniş halk yığınlarını artık haline getirirken diğer yandan da hammadde kaynağına çevirdiği doğayı da atık haline dönüştürür. Sermaye,  Emek gücünü niteliksizleştirirken diğer yandan emeğin kapitalizme has görünümü olan teknolojiye dayalı bir üretime yönelmesi onun birikim krizini daha çok açığa vurmasına neden oluyor. Üretimin kendinde anlamlı bir etkinlik ve hedefi salt büyüme olan maddi bir pratiğe yönelmiş olması, kapitalist üretimin var olma zeminlerinin de yok olmasına neden oluyor.[10]

Burjuva kültürü bir yandan atık, artık ve çöp üreten bir kültür haline gelirken diğer yandan da bunlardan nefret eden ve toplumsalın dışına öteleyen ve belki de sorunu geleceğe havale ederek, kendini yeniden üretmenin olanağını sağlamıştır. Modern kapitalist toplum topraktan koparken onu aşırı gübre ve azotla doldurmuştur. O gübreler ise insanların kendi pislikleriyle yeniden ürettikleri toprağın hammaddesinin yerine ikame edilmektedir.

Kırla kent arasındaki yarılma kentleri çöp ve atık üreten bir uygarlık tasarımı haline getirmiştir. Bu tasarımda bir tür modernleşme modeli olarak tüm dünyada kutsanmakta ve bu tasarım tüm dünyayı kuşatmaktadır. Kapitalizm kendini bir hijyen ideolojisi ekseninde inşa ederken diğer yandan uygarlığın pisliği olarak adlandırdığı yoksulların ülkesine çöplerini, atıklarını, yaşam formlarını ve en önemlisi yaşamı algılama biçimini ihraç ediyor. İşte emeğin parçalanması bir yandan doğa ile insanı birbirinden kopartıp, toplumsal serveti metaya indirgerken, diğer yandan da yaratılan hijyen kültürü üzerinden yoksullar ötekileştiriliyor. Ekolojik kriz, kır ve kenti parçalayan özel mülkiyet, buna dayalı hijyen kültürü ve artık-atık üretim tarzının kendisidir. Kır ile kent arasındaki parçalanmanın Türkiye’ye özgü görünümlerinden birisi ise, toplum için birer asalak olarak gösterilen ve bir tür taşralıkla özdeşleştirilen “kürt” sorunudur. Toplumsal yaşamın hijyenleştirilmesi ve soylulaştırılması, her türlü yoksulu ve yoksullaşmayı “kürt”lükle damgalamasına neden olmaktadır. Ekoloji mücadelesi bu açıdan da toplumsal barışı yeniden inşa edebilecek bir yönelimle kendini kurmak zorundadır. Silopi’deki termik santraller, Yatağandaki termik santraller kadar çevrecilerin ve sosyalistlerin ilgisini çekmemektedir. Ankara’daki bir çimento fabrikası, Maraş’ta kurulan çimento fabrikasından daha fazla tepki toplamaktadır.  Diyarbakır kentinin çeperinde yaşayan “kürt” lerde merkezdeki Kürtler için birer tehdit unsursu olarak algılanabilmektedir.

Bu nedenle sorun basitçe çevrenin nasıl iyileştirileceği, suyun nasıl kullanılacağı, enerjinin hangi kaynaklardan üretileceği, hangi kaynakların kullanılacağı sorunu değildir. Öncelikle dünyayı hammadde deposu haline getiren pratikle hesaplaşmak, sonra da neyin nasıl ve kimin için üretildiği ve nasıl toplumsallaştığı meselesini ortaya koymak gerekir. Mesele atık-artık uygarlığıyla bir üretim tarzı ekseninde hesaplaşma meselesidir.

Bu üç odaktan sarmalandığında ekolojik kriz, basitçe “bir çevre tahribatı-doğanın yok oluşu” olarak okunamaz-okunmamalıdır. Buna karşın 2000’li yıllarla birlikte ağırlığı giderek hissedilen “ekolojik kriz” söylemleri eninde sonunda “doğa tahribatı ve çevre yıkımı” anlamında bir ekolojik kriz analizine dayanmaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri de elbette ekoloji-çevre sözcüklerinin bir birinin yerine ve siyasal anlamlarından çok biyoloji bilimi anlamında kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Ya da siyasetin biyolojizme batmasıdır yaşanan.

Ekolojik yıkım, çevre tahribatı, doğal yok oluş sözcükleri üzerinde pek de düşünülmeden bir biri yerine kullanılmaktadır. Bu noktada sosyalist sol içinde ekolojik krizin bir tür “çevre tahribatı-yağması” anlamında kullanıldığı söylenebilir. Bu analizin de günümüzde sosyalist sol içinde üç veçhesinin açığa çıktığı söylenebilir.  Bunlardan ilki,  kapitalist krizin tarihsel ve doğal sınırlarını göstermek ve aslında bir tür kapitalizmin eninde sonunda yıkılmaya mahkûm bir toplumsallaşma biçimini imlediğini ima etmektir.

Diğeri  “ekolojik krizin” maddi uygarlığın sonunu hazırladığı ve insanlığı yok oluşa sürüklediği yolunda ki saptamadır. Bir üçüncü analiz ise “doğanın kaynaklarını” tüketen kapitalizmin, sosyalist bir yaşamın önünde engel olduğunu gösterme girişimleridir.

Ekolojik kriz bir tür çevre tahribatına karşı mücadele ya da kapitalizmin ortadan kaldırılması için örgütlenme alanları olarak analiz edilmeye başlandığında ortaya önemli bir sorun alanı çıkmaktadır. Ya da “çevre tahribatı” ile emeğin toplumsal biçimleri arasında teorik bir açılım yaratılmadığında önemli sorunlar ortaya çıkmaktadır: “Çevre tahribatı” nedir? ve bunun çevre tahribatı olduğuna kim, nasıl karar verecektir? Bu tahribata karşı kim mücadele edecektir? Bu sorunu çözecek özne kimdir, nerededir? İşte sosyalist sol için çetrefilli noktalar bu düzeyde bir kez daha açığa çıkar. Eğer ki “ekolojik kriz” bir emek analizinden yoksun bir düzeyde “bir çevre tahribatı” ise bu sorun herkesi ilgilendiriyor demektir. O halde bu sorunun çoklu bir muhatabı var demektir. Sermayeyi bu konuda bir kenara bırakacak olursak o halde sermaye dışında kalan geniş bir halk kesimi- toprak sahipleri, topraksızlar, orta sınıflar, memurlar, köylüler, fabrika işçileri, yeni işçi sınıfı beyaz yakalılar-  “ekolojik krizin” mağduru ve muhatabıdır. O halde bu aynı zamanda bu sorunu çözmeye muktedir öznenin de geniş halk kesimleri olduğu anlamını doğurmayacak mıdır? Ya da sınıf analizinde bu, “halkın proleterleşmesi” teziyle izah edilebilinir mi? Bergama’da altın madeni işletmesine karşı köylülerin mücadelesi karşısında sosyalist sol işsiz kalacak işçiler için neden hiçbir şey söylememektedir? Hadi daha tahrik edici bir soru soralım, iklim değişikliği karşısında sosyalist sol, kapatılması gereken çimento, otomobil, kimya, ağır sanayi sektöründe çalışacak işçileri nasıl istihdam edecektir? GAP projesi bir yandan kürt halkını yoksullaştırıp, doğasını tahrip ederken GAP projesine sosyalistler hangi açıdan, hayır diyecektir?  O halde en başa dönmek gerekir. Ekolojik kriz, basitçe bir “çevre tahribatı” sorunu değildir. Yaşamın yeniden kurulması sorunudur. Aynı zamanda ilerlemecilikle, kalkınmacılıkla ve ekonomizmle hesaplaşmak demektir.  Buradan hareketle de sosyalist solun kalkınmacılık algısı, demokrasi ve sivil toplum konusundaki hareketlenme ve eğilimleri asıl olarak ekolojik kriz konusunda bütünlüklü bir teorik açılım yapıp yapamadığını gösterecektir. Çünkü ekolojik kriz her şeyden önce, toplumsalın yeniden kuruluş sorunu ise bu noktada, ekolojik krizi şu ya da bu ölçüde programına almış sosyalist solun nasıl bir toplumsallık inşa etmeye giriştiğini, sivil toplum, kalkınmacılık, kamusallık üzerinden açımlamak gerekecektir. Çünkü eninde sonunda insanın toplumsal karakter kazandığı üretim ve yönetim ilişkisinin nasıl kurgulandığı aynı zamanda ekolojik krize nasıl yaklaşıldığını da gösterecektir. Bununla birlikte bu yazı kapsamında tek tek sosyalist sol partilerin kamusal alan, sivil toplum ve kalkınmacılık yaklaşımlarını analiz etmek yerine ekolojik kriz algıları üzerinden bu noktalara yaklaşımları açığa çıkartılmaya çalışılacaktır. Bu noktada da TKP, SDP, ÖDP, EMEP’in ekolojik kriz algıları üzerinde durulacaktır. Buradan da yeni dönem toplumsal hareketlerin sosyalist sol partileri ne düzeyde etkiledikleri bu etkilemenin ideolojik bir kırılmaya yol açıp açmadığı açımlanacaktır.

2. Sosyalist Sol Partilerin Veçhelerinde Ekolojik Kriz

2.1. DAHA AZ TOPLUM DAHA ÇOK DEVLET: TKP ve EMEP 

2.1.1.İnsan ve Doğa İlişkisi

TKP’nin parti programında “Kapitalizmin egemenliğinde insanın doğa üzerindeki etkinliği doğanın bozulması, kirletilmesi, yaşanır olmaktan çıkarılması yönünde kontrolsüz bir gidişe dönüşmüş durumdadır.[11]” tespiti yapılmaktadır. Bu tez aslında tam da çevreci yaklaşımların önemli bir kesiminin de paylaştığı bir tespittir. Ekolojik yıkımın kaynağında “insanın doğa üzerindeki etkinliği yatmaktadır ve bu etkinlik kapitalizmin egemenliğindedir.”[12] Kapitalizm sanki insanın bugün ki toplumsallaşma biçiminin adı değil de, ona dışardan dayatılan bir güç olarak ortaya konulmaktadır. Bununla birlikte ekolojik krizin kökeninde “insanın doğa üzerindeki etkinliği” açılımı da oldukça dikkat çekicidir. Çünkü en yalın anlamıyla bile aldığımızda kapitalist toplum, sonuçta toplumsal bir ilişkiler bütünüdür ve ekolojik krizde toplumsal ilişkilerin sonucudur. Tekil bir varlık olarak insanın, doğa üzerindeki etkinliğinin bu yıkımla uzaktan yakından bir ilgisi bulunamaz. Tekil bir varlık olarak insanın yıkıcı gücüyle bir süs bitkisinin yıkıcılığı arasında bir fark yoktur.

2.1.2.Kalkınmacılık

TKP açısından doğa tahribatının kökeninde yatan insanın doğa üzerindeki kontrolsüz gidişatının önü alınmalıdır. Çünkü, “Üretim kapasitesini insanın gereksinimleri için seferber etmek yerine, birikmiş kaynak ve olanakları toplumsal refaha hiçbir katkısı olmayan asalak “faaliyetlere”, silahlanmaya, savaşa, doğanın yıkımına yönelten kapitalizm, akıl ve insanlık dışı bir düzendir.”[13] Kapitalizm öyle dışsal bir güçtür ki, doğanın yıkımına neden olan bir asalaktır. Her hangi bir tarihsel bağlama oturmayan bu analiz, eninde sonunda kapitalizmi doğanın düşmanı varsaymaktadır. Ancak, bu düşman sanki gizil bir düşmandır. Hiçbir maddi pratiğe bürünmemiş gibidir. Bununla birlikte TKP parti programında, doğa toplumsal emeğin maddi bir bileşeni olmaktan çok bir hammadde deposudur. Kısacası bir maddi kaynaktır. Bu maddi kaynak, kapitalizm koşullarında insanın etkinlikleriyle doğru kullanılmamaktadır. O halde rasyonel bir güç, gizli bir el- her halde sosyalizm- bu gücü açığa çıkartacaktır. Peki hangi kaynağı nasıl doğru kullanacaktır? Doğal kaynaklar diye vurgulanan bugün kapitalist ekonomi için de kaynak olan, su, hava, topraktan… ve onların bileşenlerinden başka bir şey değildir. Bu açıdan da TKP doğa varlıklarını, çevreci literatüre liberal ekonomiden girmiş olan “kaynak ekonomisinin” diliyle okumaktadır. Her şekilde mülk edinilmesi gereken doğa, özel mülkiyet konusu olmaktan kurtulur ama kamu mülkü haline gelir. Bu hiçbir şekilde doğanın toplumsallaşması ve toplumun doğallaşması sürecinin fikri bir uzantısı değildir.

Doğanın kamu tarafından mal edilmesi, “insanlığın toplumsallaşmasını doğanın temellükü olarak gören” Marksist analizle de uzaktan yakından bir ilgisi bulunmamaktadır.

EMEP parti programında “ekonomik ve sosyal alan” başlığı altında “Halk sağlığında koruyucu sağlık sistemi esas alınacaktır. Ana-çocuk sağlığı, beslenme, çevre sağlığı ve sağlık eğitimi bütünleştirilecek, koruyucu sağlık hizmetleri yaygınlaştırılacak ve tedavi edici hizmetlere olan aşırı yüklenme azaltılacaktır.”[14] demektedir.  “Kültür, sanat, spor ve çevre sağlığı alanında”[15] başlıklı bölümde de “İnsanlığın doğuşundan bu yana ülke topraklarında kurulmuş uygarlıklardan bugüne kalan miras korunacak, yağmalanmış değerlerimiz yeniden ülkeye kazandırılacaktır..”[16] denilmektedir.  Eğitim, spor ve çevre başlıklı bölümde de “ Kapitalist kar hırsı ve tekelci rekabetin, denizleri, akarsuları, ormanları, toprağı ve havayı kirletmesine, doğayı tahrip etmesine son verilecektir.  Teknolojinin, kar güdüsünün emrinden çıkarılması ve üretimin artırılması kadar, doğa ve çevre sağlığının korunması için de kullanılması sağlanacaktır. Doğanın korunması ve çevre sağlığı toplumun sağlığı ile özdeş kabul edilecektir. İnsanı ve sorunlarını hiçe sayan sermaye karşısında, çevre sorunu, insanlığı temsil eden ilerici sınıfın ve halkın kendi sorunu haline getirilecektir.”[17] Teknik indirgemecilikle malul çevreci bakış açısı EMEP parti programında yeninde tarih sahnesine çıkartılır.

Ormanların sanayiye ya da endüstriyel tarım ve hayvancılığa kurban edilmesi, uluslararası taşımacılık sektörünün her geçen gün büyümesi ve otomobile dayalı bir uygarlığın tüketim alışkanlıklarının hesaba katılmaması, teknolojik belirlenimci önerilerin çözüm yolunda alternatif olabilme gücünü zayıflatır.

Daha genel bir anlamda da şu söylenebilir ki, üretici güçlerin gelişiminin doğası, üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Neyin, nasıl, ne kadar, ne için üretildiği hesaba katılmadan teknolojik alternatifler en fazla piyasa sistemi içindeki alternatiflerin çeşitlendirmekten daha fazla bir işe yaramaz.  Teknolojinin salt nasıl kullanıldığı sorunu kadar, teknolojinin temsil ettiği değerler kümesi de toplumsal geleceğimizin özgürlükçü temelleri açısından önem taşır. Aşırı uzmanlaşamaya ve bant sistemine dayalı olarak üretilen enerjinin salt kullanımı değil aynı zamanda kendisi de doğa ve toplum üzerinde tahakküm yaratır ve bunu yeniden üretir.

Teknik her zaman tarihsel ve toplumsal ilişkiler bütünün izlerini taşır. Bu nedenle teknik, onda cisimleşen sınıfsal çıkarın yansımasıdır. Büyümeye dayalı kapitalist ekonominin daha fazla büyümeye dayalı ihtiyaçlarını tatmin etme işlevi taşıdığı ölçüde;  örneğin güneş, rüzgâr, biyomas kaynaklı da olsa üretilen enerji ekolojik krizin veçhelerinin çözülmesine olanak tanımaz. Buradan hareketle EMEP parti programında kapitalizm karşıtlığı, kapitalizmin karakterini taşıyan teknolojinin de eleştirisini kapsamına almaz. Teknoloji bu bakış açısına göre, çevrenin iyileştirilmesi için kullanılabilir. Çevreci literatürde ve devletin konuya yaklaşımında sıkça karşı karşıya kaldığımız bir argüman düzeyi yeniden inşa edilmektedir.

 2.1.3. Kır ve Kent Çelişkisi

TKP programında ekolojik krizin önemli uğrak noktası olan kır ve kent çelişkisinin görünümlerine de “pratik” çözümler üretilir “yeni insanın yaratılması” başlıklı bölümde  “İnsanlar moral ve fiziki açılardan kendilerini yeniden üretecekleri mekanlarda yaşama hakkına sahiptir. Bu hak doğrultusunda herkese gereksinimine uygun konut sağlanır (…) Bu çalışmalar halkın bilgisine, katılım ve denetimine açıktır. Kentlerde toplu taşımacılık yaşama geçirilir ve ücretsiz kamu hizmetine dönüştürülür[18]  Ekolojik krizin en önemli uğraklarından olan kır kent çelişkisi konusunda son derece üstün körü ve reformcu bile sayılamayacak bir açılım sunar TKP. Kent sorunu kentsel rantın nasıl ortadan kaldırılacağı ya da toplumsallaştırılacağı meselesinden çok tekil insanların sorunları üzerinden bir analize tabi tutulur. Kentlerin birer kamusal çöküntü alanı olarak var olduğu günümüzde sosyal adaleti ve eşitliği, tekil insanların konut, ulaşım… sorunlarının çözümünde bulur. Bu çözümler eninde sonunda belirli düzeyden refah toplumu ideolojisinin tarih sahnesine çağrılmasından başka bir şey değildir. Bir de toplumsalın kendini var etme koşulları gereksinimler kategorisine indirgenince o gereksinimlerin kimin tarafından ve nasıl belirleneceği de iyice muğlâklaşmaktadır.

İşle ev arasındaki mekânsal parçalanma TKP programında konu bile edilmez bu açıdan. Oysa modern yaşamın getirdiği ve sanayi uygarlığının yabancılaşma ve yoksullaşma paradoksunun en önemli açığa çıkma alanlarından biri de evle iş arasındaki parçalanmadır. İnsanların büyük kentlerde kilometrelerce yol giderek yaşamı üretmek zorunda kalışları ve bu arada harcanan enerji bir toplumsal artık haline gelmektedir. Emeğin ve zamanın parçalanmasını hızlandıran modern kapitalist kent, ekolojik krizi derinleştiren en önemli sorun alanıdır.  Havanın ve toprağın giderek daha fazla bölünmesine ve yoksullaşmasına neden olan bu tarz bir kentleşme aynı zamanda emeğin kendini var edeceği kamusallığının da ortadan kalkmasına neden olmaktadır.

Doğanın tahribatını kapitalizmde gören TKP, kapitalizmi dışsal bir olgu olarak kurguladığı programında bu açıdan bir çevreci eklektizmine mahkûm olmaktadır. TKP’ye göre  “Sosyalist sanayileşme ve kentleşme politika ve uygulamalarında çevre ve insan sağlığının korunması öncelikli olarak gözetilir.[19] Sosyalist sanayileşmenin ne demek olduğu konusunda programdan bir anlamı çıkartmak mümkün değildir. Sanayileşme eninde sonunda kapitalizme içkindir. Kapitalizmin teknik görünümüdür. Eninde sonunda kapitalizmi aşmayı önüne koyan bir program, sanayileşme dışında bir toplumsallaşma biçimini ima etmelidir. Bu elbette ki insanlığın ilksel üretim tarzlarına yönelmesi anlamına gelmez. Ama modern sanayi eninde sonunda bir fabrika üretim sistemidir ki, bu da toplumsal yoksullaşmanın ve toplumun parçalanmasının en önemli uğraklarından biridir. Bu açıdan da TKP’ nin yeni toplum projesinde doğa da insan da sosyalist sanayileşme fetişi karşısında araçsal bir role sahiptir. Asıl olan büyümektir. Ama bir şerhle, sanayileşme, çevre ve insan sağlığını gözetir. Öz olarak kapitalistlerin, çevre ve gelişme arasında denge arayan “sürdürülebilir kalkınma” anlayışından daha derin bir yaklaşım değildir bu.

Bir kez kent, kıra bakışımlı düşünülmediğinde buradan bir politik hat inşa edilemediğinde kır ve çevre de polisiye tedbirlerle korunmak zorunda kalır. TKP’ ye göre, “Çevre ve kültür değerleri, ticari birer meta olmaktan kurtarılarak devlet tarafından korunur ve tüm toplumun kullanımına açılır. Kıyıların, ormanların, doğal ve tarihsel zenginliklerin tahrip edilmesine karşı ağır yaptırımlar uygulanır.” Kamu bir kez, devlet olarak görülmeye başlanmışsa elbette ki doğa varlıklarının ve toplumun kendi geleceğini koruma sorumluluğu da öncelikle cezai müeyyidelerle koruma altına alınır. Bu açıdan da 1930’lu yılların doğa korumacı yaklaşımı bir kez daha tarih sahnesine çağrılır. Üstelik bir alman romantizmiyle…

2.2. SİVİL VE ŞENLİKLİ TOPLUM: ÖDP VE SDP

ÖDP’ nin ekolojik kriz algısı parti içinde egemen olan meslek gruplarının kendi disiplinlerinden bakış açıları ve partililerin taban hareketleri içindeki konumlandırışı şekillendirmiştir. Bu açıdan da parti programı teorik bir bütünlüğe özgürlükçü sosyalizm anlayışının ekolojist olduğu anlayışına yaslansa da kendi içinde çelişkilerle doludur. Özellikle tarım ve enerji konusundaki yaklaşımlar sektörel analiz düzeyleri ile sınırlı kalmakta ve birbirleri ile kimi zaman çelişkiye düşmektedir. Diğer yandan parti içinde etkin olan kimi grup ve kişilerin aynı zamanda sivil toplumcu hareketin bir kanadı olarak siyasal faaliyetlerine devam etmesi partinin geleneksel sosyalist ve Marksist çizgi ile sivil toplumcu- çevreci çizgi arasında bir noktada durması gerilimini de barındırmaktadır.

2.2.1. İnsan ve Doğa İlişkisi

ÖDP parti programıda da “ekolojik kriz” bir tür çevre tahribatı ile maluldür. “Özgürlükçü sosyalizm ekolojisttir; kapitalizmin toplumsal yararın önüne kar maksimizasyonunu koyan anlayışı, ‘ne kadar tüketebiliyorsan o kadar insansın‘ sloganıyla ifadesini bulan tüketim ideolojisi karşısında insan-doğa uyumunu temel alan bir dünyayı amaçlar.”[20] Kapitalizmin kar maksimizasyonu anlayışı karşısında insan ve doğa uyumunu esas alan bir dünya amaçladığını vurgulayan program, bu uyumun temel ekseninin ne olduğunu belirtmez. Ancak çeşitli açılımlar sunulur, yenilenebilir enerji kaynaklarına ağırlık vermek, doğal dengenin sürdürülebilirliğini gözetmek, nükleer enerjiye karşı çıkmak, tüketim ideolojisine karşı durmak, insan ve doğa uyumunun yörüngesi olarak açımlanır. Ekolojik krize karşı yeni bir insan ve doğa ilişkisi bölümünde de benzer içerik tekrarlanır. Bu bölümde ayrıca, “insan-doğa ilişkisini bozan, doğayı tahrip eden, kara dayalı ucuz sanayileşme ve sınırsız kalkınmacılığın önüne geçilmelidir.”[21]

Her ne kadar kıyısından da olsa kalkınmacılığa bir reddiye geliştirilmeye çalışılmışsa da, insan ve doğa ilişkisine yönelik iki analiz düzeyinde tam da kalkınmacı ideolojinin dili, programa hâkim olmuştur. Bunlardan birincisi yukarıdaki dipnotta vurgulanan, doğa varlıklarının “doğal kaynak olarak görülmesi” yaklaşımı ile bunların rasyonel kullanımına yönelik fayda maliyet analizlerinin üst üste vurgulanmasıdır. Bu bakış açısı eninde sonunda, doğayı ve toplumu ekonomiye indirgemeyen bir siyaset anlayışı ile çatışacaktır. Kaynak ekonomisi, kıt kaynaklarını yönetimi yaklaşımı ekolojist olmadığı gibi, iktisat literatürü açısından hiç de yeni değildir. Yeni olan doğanın, doğal kaynaklar olarak fayda maliyet analizine tabi tutulmasıdır ki, artık tüm liberal kapitalist ülkeler bu yöntemi benimsemektedirler. Hatta bu fayda maliyet analizi hem çevre hukukunun hem de uluslararası çevre sözleşmelerinin de en önemli nirengi noktasıdır. Kyoto Protokolü, Biyogüvenlik Protokolü bunlardan bir kaçıdır. Bu açıdan, parti programında, uluslararası çevre sözleşmelerinin imzalanması vurgusu bu açıdan değerlendirilebilir.

Sosyalist Demokrasi Partisi, Parti Programında “insan uygarlığını yıkıma sürükleyecek bir yönelim kazanmış bulunan kapitalizme özgü üretici güçleri ve teknolojiyi olduğu gibi devralıp, dönüştürmeksizin, refahı kapitalist “tüketim toplumu”nun ölçütleriyle ele alan üretim anlayışından kopmaksızın, insanı merkezine alan,  doğal çevreyle uyumlu bir sosyalizmin gerçekleştirilemeyeceğini ortaya koymuştur.” denilmektedir. Buradan hareketle SDP’nin, ekolojik krizin kökeninde verili bir üretim tarzı ve bu üretim tarzına özgü teknolojinin sorgulanması ve aşılması gerekliliği üzerinden kurgulanmış parti programı içsel bir tutarlılığa sahiptir.

Geleneksel insan ve doğa karşıtlığından beslenen analiz düzeyine karşın ekolojik krizin verili üretim tarzı düzeyinde kuruluyor olması oldukça önemlidir. Bununla birlikte giderek artan bir düzeyde insana yapılan vurgu bu kadar ön plana çıktıkça insanın değersizleşmesi tehlikesi de her an kendini hissettirmektedir.  Bununla birlikte SDP özellikle kürt sorununu bu bağlamda değerlendirmesi ile diğer sosyalist partilerin programları arasında bir fark yarattığı gibi uzun yıllardan içli dışı olduğu kürt özgürlük hareketinin “ekolojik demokratik toplum” projesine yaklaşmaya da çalıştığı görülmektedir. “Partinin eylem programını oluşturan talepler, emekçilerin, Kürtlerin, kadınların, gençlerin, çevre tahribatına karşı çıkanların, insan haklarını savunanların, yerleşik düzenden mağdur olan herkesin değişim umudunu içerir..” [22] denilerek yeni toplumsal hareketçi bir çizgi benimsendiği de söylenmektedir. Buradan hareketle insan-doğa arasındaki gerilim ve ekolojik kriz analizi her ne kadar bir kapitalizm ve üretim tarzı eleştirisi üzerinden yükseltilse de Marksist bir doğa-emek teorisi ekseninde bir açılım sağlandığı söylenemez.

2.2.2. Kalkınmacılık

ÖDP parti programı ekolojik krizin somut görünüm alanlarından olan tarım ve enerji konularında sektörelci bir yaklaşımı sahiplenir. Enerji konusunda kalkınmacı çizgiye oldukça yakın bir dil kullanırken, tarım konusunun açılımında ise bu dilden uzaklaşır. Ama özellikle iki konuda da toprağın ve enerjinin toplumsallaşması açısından birbirlerine bakışımlı bir analiz düzeyi tutturamaz. Bununla birlikte özellikle Latin Amerika’da gelişen küçük çiftçi direnişleri ve topraksızlar hareketinin etkisi altında kalan “Küçük Çiftçi Sendikalaşma Konfederasyonu Girişimi” eyleyicilerinin önderleri aynı zamanda ÖDP üyesi olması nedeniyle genel olarak tarım programının bu Latin Amerika menşeili hareketlerin etkisinde kaleme alındığını işaret etmektedir. Bununla birlikte küçük çiftçiliğe bir methiye haline dönüşen kimi noktaların ise, kapitalist tarım sistemi içinde yoksul ve topraksız köylülüğü değil, daha çok küçük çiftçiyi merkezine koyan bir siyasal hattın ortaya konulduğunu göstermektedir. Bu eksenin mantıksal sonucunda, ÖDP’nin kırsaldaki odağı, yoksullaşan kır emekçileri değil, orta sınıf ve toprak sahibi çiftçiler olarak açığa çıkmaktadır. Bununla birlikte bu açılımın aslında kapitalizmin Türkiye’de IMF ve DB odaklı geliştirilen tarımın kapitalize edilmesi girişimine karşı bir direnç noktası inşa etme hedefini ufkuna koyduğunu söylemek de mümkün.

Aynı zamanda tarıma ilişkin programda yer alan genetiği değiştirilmiş organizmalar ve biyoçeşitlilik konusundaki tanımlamaların, 2004 yılında kurulan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalara Hayır Platformu tarafından hazırlanan “Yaşam Patentlenemez”[23] metninden alındığı da dikkat çekici bir noktadır. Küçük Çiftçi Konfederasyonu Girişimi’ eyleyicilerinin etkisiyle parti programına yansıtılan perma kültür, tür çeşitliliği, genetik kaynakların korunması konularındaki tutumla, yine parti programında geçen uluslararası çevre sözleşmelerinin imzalanması ve hayata geçirilmesi ciddi bir çelişki oluşturuyor. Çünkü Türkiye’nin de taraf olduğu Cartagena Biyogüvenlik Protokolü ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi Türkiye’ye GDO’lu ürünlerin girmesinin yolunu açıyor.[24]

Diğer yandan da tarımsal arazilerin biyoyakıt maksatlı endüstriyel üretime açılması ve bu biyo yakıtların alternatif enerji kaynağı olarak pazarlanması, tarımın kapitalistleşmesi süreci ile enerji sorununu bir kez daha yan yana getiriyor. Özellikle mısır gibi genetiği değiştirilmiş organizmalar yoluyla üretilen biyoyakıt bir yandan kirli ve sınırlı enerji kaynaklarına alternatif olarak görülürken diğer yandan da tarım arazilerinin gıda üretiminden yakıt üretimine yönelmesine neden oluyor. Oysa içinden geçtiğimiz kapitalist çağda bu iki mücadele alanı üzerine söylenecek sözlerin birbirini beslemesi oldukça önemlidir. Tarımın kapitalistleşmesi, kent toprağının giderek değerlenmesi, kırın kentlerin yükünü taşıyamaz hale gelmesi süreci enerjinin toplumsal olarak aldığı biçimlere oldukça bağımlıdır. Kapitalist toplumda enerjinin yoğun olarak sanayi sektöründe ve kent yaşamında kullanılması nedeniyle bu konuda ortak bir teorik düzeyden hareket etmek zorunludur. Tarımın kenti besleyemez hale gelmesi, giderek aşırı artık ve atık üreten kapitalist toplumun yükünün kırın omuzlarına binmesi konuları dikkate alınmadan bir alternatif enerji kaynağı fetişizmi ölçeğinde enerji sorunu analizleri, “özgürlükçü sosyalist solun” ekolojik krizi göğüsleyecek ideolojik yığınak yapamadığını en açık şekilde açığa vuruyor.[25]

SDP parti programında “çevre tahribatına sebep olan maddelerin kaldırılması, çevreyi koruyan yasaların çıkarılması, uluslararası tekellerin doğal kaynakları sömürü ve kar amaçlı yatırımları için dayattıkları çevre tahribatına yol açacak uluslararası anlaşmalardan çıkılması…”[26] ön plana çıkarılmaktadır. Ekonomik bir model öngörmekten çok reaksiyoner yönü ağır basan programın bu bölümünde de ekonomik gelişme ve yaşanabilir çevre arasında denge kurmaya çalışan geleneksel iktisat analizi ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu noktada TKP için söylediklerimiz burada da geçerliğini koruyacaktır.

SONUÇ:

Türkiye’de ekolojik krizin derinlemesine bir sorun olarak kendini dayatması karşısında sosyalist sol bu konuda duyarsız kalamamıştır. Bu konudaki duyarlılıkları hem parti programlarına hem de maddi pratikler içinde mücadele etmelerine de zemin hazırlamıştır. Geniş halk kesimlerini etkileyen ekolojik kriz konusunda geliştirilen program düzeyi sosyalist solu hem Marksizme uzaklaştırmış hem de çevreci ideolojilerin etki alanında kalmalarına neden olmuştur. Ekolojik kriz analizlerinin bir çevre talanı düzeyinden değerlendirilmesi de ekolojik politikanın bu parti programlarında etkin olmasına engel olmaktadır. Kır ve kent çelişkisi, beden ile doğa arasındaki yarılma ve üretim ile yönetim arasındaki parçalanma eksenlerini es geçen düzeyden parçacı bir analiz düzeyi oluşturulmaktadır. Ekolojik kriz, parti programlarında tüm yaşam sorunlarına içkin bir eksenden değil, “dış doğanın” tahribatı düzeyinden değerlendirilmektedir. Bu noktada da insan bu doğanın dışında konumlandırılırken, bu toplumsal bedeni ile nasıl dolayımlandığı üzerine fazla kafa yorulmamaktadır. Bunun sonucunda da, parti programlarında, ekoloji, çevre, kadın ve işçi hareketleri göreli olarak birbirinden yalıtılmış ve ancak kapitalist sistem karşısında birlik sağlayan hareketler boyutunda algılanmaktadır. Bu haliyle 2000’li yıllarda takip ettiğimiz izlek üzerinden bakıldığında, Türkiye sosyalist hareketinin partileşmiş kanadında, yeni toplumsal hareketçiliğin iz düşümünün egemen olduğu söylenebilir.

KAYNAKÇA

Kitaplar-Dergiler:

Benton, Ted, “Marxizm ve Doğal Sınırlar”, Birikim Dergisi, Sayı. 57–58, 1994, s. 145- 148.

Bookchin, Murray “Kentsiz Kentleşme- Yurttaşlığın Yükselişi ve Çöküşü”, Ayrıntı Yayınları, İstanbul , 1999.

Burkett, Paul, Marx ve Doğa, Epos Yayınları, Ankara, 2004.

Demirer, Göksel, Duran, Metin ve Torunoğlu, Ethem, “Marxist Ekoloji Anlayışı Üzerine”, Marxizm ve Ekoloji, Öteki Yayınları, Ankara, 2000, s. 166- 192.

Engels, Friedrich, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara, 2003.

Engels, Friedrich, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, Ankara, 2002.

Foster, John Bellamy, Marx’ın Ekolojisi, Epos Yayınları, Ankara, 2001.

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalara Hayır Platformu, Yaşam Patentlenemez, 2004.

İdem Şadi, “Sürdürülebilir Kalkınma mı? Yaşam mı?”, Özgür Üniversite Forumu, Temmuz-Eylül 2002, sayı 19

Marx, Karl, 1844 El Yazmaları, Birikim Yayınları, İstanbul, 2003.

Marx, Karl, Engels, Friedrich, Alman İdeolojisi [Feurbach], Sol Yayınları, Ankara, 1999.

Marx, Karl, Engels, Friedrich, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara, 2002.

Marx, Karl, Grundrisse 1. Cilt,  Sol Yayınları, Ankara, 1999

Marx, Karl, Kapital 1. Cilt,  Sol Yayınları, Ankara, 2004.

Marx, Karl, Kapital 3. Cilt,  Sol Yayınları, Ankara, 2003a.

Öcalan, Abdullah, Özgür İnsan Savunması, İmralı, 2003

Özlüer Fevzi, Ekoloji Hareketleri Tarih Yapabilecek mi? Yeşil ve Gri, sayı: 1, İstanbul , 2005

Özlüer, Fevzi,  Kapitalizm Katrina’larla Büyür, Bilim ve Gelecek Dergisi, sayı:20, İstanbul, 2005

Özlüer, Fevzi, Sömürün Diğer Adı: Biyogüvenlik Politikası ve Yasası, Bilim ve Gelecek Dergisi, sayı:21, İstanbul, 2005

Özlüer, Fevzi, Düzen Gerilirken Emeği Yeniden Kurmak, TMMOB Çevre Sempozyumu,  Ankara, 2007

Parti Programları:

EMEP, Parti Programı

http://www.emep.org/program.php

ÖDP, Parti Programı

http://www.odp.org.tr/genel/program.php

TKP, Parti Programı,

http://www.tkp.org.tr/secim2007/belgeler_PartiProgrami.html

SDP, Parti Programı,

http://www.sdp.org.tr/test/program.php


[1] Bu konu da özellikle İzmir’de yayımlanmaya başlanan Ağaçkakan Dergisi sayıları önemli bir kaynak sağlamaktadır. Bununla birlikte derli toplu bir tartışma altlığı için, Birikim Dergisi, Sayı. 57–58, 1994 önemlidir.

[2] Bu konuda bakınız, Şadi İdem “Sürdürülebilir Kalkınma mı? Yaşam mı?”, Özgür Üniversite Forumu, Temmuz-Eylül 2002, sayı 19

[3]Bu konuda özellikle,  John Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi, Epos Yayınları, Ankara, 2001; Paul, Burkett, Marx ve Doğa, Epos Yayınları, Ankara, 2004; Göksel Demirer – Metin Duran ve Ethem Torunoğlu, “Marxist Ekoloji Anlayışı ÜzerineMarxizm ve Ekoloji, Öteki Yayınları, Ankara, 2000

[4] Bu konuda bakınız,  Abdullah Öcalan, Özgür İnsan Savunması, 2003

[5] Bu çalışmada tartışılan parti programları da bu doğrultuda benzer bir eleştiriye tabi tutulabilir.

[6] Fevzi Özlüer, Ekoloji Hareketleri Tarih Yapabilecek mi?, Yeşil ve Gri, Bahar- sayı 1, İstanbul , 2005, s.101.

[7] Fevzi Özlüer, Kapitalizm Katrina’larla Büyür, Bilim ve Gelecek Dergisi, sayı:20, İstanbul, 2005, s.23.

[8] Karl  Marx, , Friedrich, Engels, Alman İdeolojisi [Feurbach], Sol Yayınları, Ankara, 1999.

[9] Bu konuda bakınız,  Karl Marx, Grundrisse 1. Cilt,  Sol Yayınları, Ankara, 1999; Karl Marx, Kapital 1. Cilt,  Sol Yayınları, Ankara, 2004. ; Karl Marx, Kapital 3. Cilt,  Sol Yayınları, Ankara, 2003a.

[10] Fevzi Özlüer,  Düzen Gerilirken Emeği Yeniden Kurmak, TMMOB Çevre Sempozyumu,  Ankara, 2007, s.98.

[11] TKP, Parti Programı, http://www.tkp.org.tr/secim2007/belgeler_PartiProgrami.html, 16.5.2007

[12] TKP, Parti Programı

[13] TKP, Parti Programı

[14] EMEP Parti Programı, http://www.emep.org/program.php, 16.5.2007

[15] EMEP, Parti Programı

[16] EMEP, Parti Programı

[17] EMEP, Parti Programı

[18] TKP, Parti Programı

[19] TKP, Parti Programı

[20] ÖDP,  Parti Programı, http://www.odp.org.tr/genel/program.php, 16.5.2007.

[21] ÖDP, Parti Programı

[22] SDP, Parti Programı

[23] Genetiği Değiştirilmiş Organizmalara Hayır Platformu, Yaşam Patentlenemez, 2004.

[24] “Dünya’da bu riski tetikleyen çok önemli bir süreç yaşanmaktadır: Genetiği Değiştirilmiş Organizmalara(GDO) dayalı gıda üretimi ve GDO’ların üretimde ve tüketimde yarattığı tehlikeler. Bu tehlikeler uluslar arası gıda ve tarım tekellerinin ve bu tekellerin icra organına dönüşmüş hükümetler nazarında piyasanın güvenliği çerçevesinde tartışılıyor.¬ Bu çerçevenin Birleşmiş Milletler nezdindeki adı: “Cartagena Biyogüvenlik Protokolü” (3). Protokol, 29 Ocak 2000 tarihinde kabul edildi ve 11 Eylül 2003 yılında tüm dünyada yürürlüğe girdi. Türkiye tarafından 24 Mayıs 2000 tarihinde imzalanan Cartagena Biyogüvenlik Protokolü, 24 Ocak 2004 tarihinde Türkiye’de yürürlüğe girdi. Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nün amacı, Çevre ve Kalkınma Hakkındaki Rio Deklarasyonunun 15 numaralı prensibinde yer alan ön tedbirci yaklaşıma uygun olarak, bu Protokolün amacı insan sağlığı üzerindeki riskler göz önünde bulundurularak ve özellikle sınır ötesi hareketler üzerinde odaklanarak, biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımı üzerinde olumsuz etkilere sahip olabilecek ve modern biyoteknoloji kullanılarak elde edilmiş olan değiştirilmiş canlı organizmaların güvenli nakli, muamelesi ve kullanımı alanında yeterli bir koruma düzeyinin sağlanmasına katkıda bulunmaktır.

Protokolün Gdo’ların riskli olduğunu kabul etmesine bakarak fazla sevinmemek gerekiyor. Kapitalist piyasa temelde risk yönetimine dayandığı için, protokol bu riski yönetebilir kılmanın mekanizmaları üzerine odaklanıyor. Ekolojik yok oluşu göze alıyor. Piyasanın işleyişini riske sokmadan, gdo riskini yönetmeyi hesaplıyor. Kapitalist ekonomisinin açmazı, piyasa ekonomisine dayalı kalkınma ile doğanın sürdürülebilirliği karşıtlığı, protokolün risk yönetimi mekanizmalarıyla geleceğe havale ediliyor. Protokole taraf olan ülkeler birer birer sözleşme hükümlerini iç hukuk metinleri halini getirirken yeni bir sorunla değil, katmerleşmiş bir sorunla karşı karşıya kalıyorlar. Tarım ve Gıda sektöründe tek bir ekonomik model dayatan protokolün eli çantalı model ihracatçıları ülke ülke dolaşıp gdo’lara Pazar yaratmanın yolları üzerine kafa yoruyorlar.” Fevzi Özlüer, Sömürün Diğer Adı: Biyogüvenlik Politikası ve Yasası, Bilim ve Gelecek Dergisi, sayı:21, İstanbul, 2005, sf.46.

[25] Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin Mücadele Ekseni ve Eylem Planı başlığında yer alan, “insanın insanı sömürmesine, sermayenin emek, erkeğin kadın, zenginin yoksul üzerindeki hâkimiyetine, cinsiyet ayrımcılığına, baskıya, şiddet ve eşitsizliğe dayalı düzene son verilmesi için mücadele eder. Üretenlerin yönettiği, sınıfların egemenliğinin son bulduğu, ezen ve ezilenin olmadığı, toplumun üzerindeki askeri, polisiye ve bürokratik baskı ve denetimin ortadan kalktığı, ekonomik karar ve planlama süreçlerinin çalışan ve üreten çoğunluğun iradesine dayandığı bir dünyayı amaçlar.” Bölümünün yukarda vurgulanan maddi sorun alanlarına içkin olmadığı sürece bir retorikten öte değer taşımadığını da belirtmek gerekir.

[26] SDP, Parti Programı.

* TMMOB, Ekoloji Planlama, ŞPO Yayınları, 2008, Sayfa 79-90, Ankara

Yoruma kapatılmıştır.