Yazar Arşivi

ANTAKYA TARİHİ KENT MERKEZİ’NİN RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMESİ KARARININ KENT HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

Dr.Av.Fevzi Özlüer

Giriş

Hatay ili, Antakya ilçesinde  307 hektarlık alanın 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunun 2. Maddesi gereğince riskli alan ilan edilmesine ilişkin 7033 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı 05.04.2023 Tarih ve 32154 Sayılı Resmi Gazetede yayımlandı. Bu karar tarihi kent merkezi sınırları içinde yaşayan ve deprem ardından kentten taşınmış binlerce insan üzerinde olumsuz bir etki bıraktı. 24.4.2023 günü Antakya Dayanışma Gönüllüleri davetlisi olarak bu karar üzerine bir toplantı gerçekleştirildi. Meslektaşım Hatay Barosu Kent ve Çevre Kurulu Başkanı Ecevit Alkan ile bu toplantıya katıldım. Ardından da Dayanışma grubuna bu rapordaki görüşlerime esas, gönüllü bir dilekçe hazırladım.

Sabahın kör karanlığında, zifiri bir soğukta Antakya şehrini de içine alan milyon yıl yaşında bir fay 500 yıllık hareketini tekrar etti. Zelzele bir kaç dakika içinde altı şubat 2023 gününde üç bin yılda pek çok kez yeniden ve yeniden kurulmuş şehrimizi altüst etti. Bu deprem 500 yıldır beklenen büyük Antakya depremiydi. Depremın ardından, ilin günlük yaşamını yeniden kurması, deprem karşısında tedbirleri içeren daha yakın dönemli pek çok belge ve Kanun devre dışı bırakılarak, dava konusu edilen riskli alan kararı alınmıştı. Fakat bu raporda ileri sürdüğümüz ve aşağıda ispatlayacağımız üzere, Hatay ilinde deprem öncesinde veya sonrasında afetle mücadele için riskli alan ilan edilebileceğine yönelik bir deprem eylem planında bir hüküm yoktu. Bu tartışmayı ve hukuka aykırılıkları ileri safhaya bırakarak öncelikle göstere göstere gelen deprem için il ölçeğinde yapılan hazırlıkları, bu konuda kurumsal, yasal, eylem ölçekli düzenlemeleri belirtmek ve riskli alan kararının hukuki durumunu açıklamak gerekir.  

1-RİSKLİ ALAN KARARI, İLİN RİSK YÖNETİM STRATEJİLERİ VE ONAYLI RİSK AZALTIM EYLEM PLANI HÜKÜMLERİNDE GÖSTERİLMEMİŞ OLMASI NEDENİYLE HUKUKA AYKIRIDIR VE BU ANLAMDA AFAD KANUNU İLE GETİRİLEN RİSK AZALTIM STRATEJİLERİNİ HÜKÜMSÜZ KILMAKTADIR

İstanbul depreminden daha önce 7.5. şiddetinde Antakya depremin beklendiği  2021 yılında  Valilik tarafından yürürlüğe konulan Hatay İli Risk Azaltım Stratejisi  belgesine yansımadan önce, henüz 2011 yılında gazetelere taşınmıştı. Şimdilerde ilin Sol Parti milletvekili adaylarından olan Serbay Mansuroğlu, gazetecilik yaptığı yıllarda yaptığı haberde İstanbul depreminden önce Antakya depreminin olacağını manşete taşımıştı. Haberde şu noktaya dikkat çekilmişti: Bilim insanları, uzmanlar, TMMOB uyardı, Hatay hazırlık yapmalı, 12-13 bin bina riskli, 40 bin insan ölür”  (Serbay Mansuroğlu, Birgün Gazetesi, 9.11.2011) Habere göre, Mimarlar Odası Antakya Şubesi de öncelikle deprem master planı yapılmasını tavsiye ediyordu. Fakat yakın dönemde 1998 Ceyhan,  1999 Adapazarı ve Düzce, ardından 2011 Van depremi yaşamış, birkaç on yıl içinde en az 50 bin insanın ölümüyle sonuçlanan depremlerle yüzleşmiş olan ülkemizde idarenin bu konuda köklü bir önlem alması oldukça uzun zaman almıştır. Üstelik bu zaman zarfı içinde, toplum, sermaye çevreleri, idari teşkilat da kendine yönelik bir örgütlenme gerçekleştirememiştir. 6 Şubat 2023 tarihinde ve ardından yaşanan depremlerde bu hazırlıksızlık gün gibi ortaya çıkmıştır. 

Deprem konusunda merkezi ve yerel idareler düzeyinde alınması gereken tedbirlerin bir türlü alınmamasının sosyo ekonomik ve siyasi pek çok sebebi sıralanabilir. Ancak bunlar bugün almamız gereken yolla ilgili kısmi bir fikir verebilir. 2000’li yılların başından 2010 yılına kadar, yerel yönetim düzeyinde, Yapı Denetim Kanunu ve Kentsel Dönüşüm uygulamalarıyla depreme karşı önlemler alınmaya çalışılmıştır. Ancak, afet olgusu bir tarihsel ve jeolojik gerçek, bir yapısal uyum sorunu olarak bir türlü kavranmamıştır. Bu konuda kısmi ve geçici çözümler gündeme gelmiştir.  2009 yılında AFAD’ın idari teşkilat olarak kurulması, 2012 yılında 6306 sayılı yasanın çıkarılması, 644 ve 648 sayılı KHK’lerin çıkarılması afet ve deprem konusunda bakışın değiştiğini işaret etmektedir.  Artık afete hazırlık, yerel yönetimin konusu değil aynı zamanda merkezi idarenin de en önemli gündemi haline gelmişti. Bu dönüşüm, hem beklenen depremler için zamanın azaldığının habercisiydi hem de deprem gibi afetler gerekçe gösterilerek toplumsal üretim ve mülkiyet ilişkilerinde değişime yol açabilecek, sermaye aktarımlarına olanak sağlayacak, 6306 sayılı yasa gibi yasaların da hızla uygulanmaya başlanacağını işaret ediyordu. 

Bu kapsamda Afet riskini azaltmak için kurulan AFAD, Cumhurbaşkanlığı Sistemi içinde, tam da afetlerin sürdürülebilir bir kriz yönetimi stratejisine uygun yeniden yapılandırılmasına önayak olmuştur. Bu yapılandırma uyarınca, 5902 sayılı Kanun kapsamında uygulama biçimlenmiştir. Türkiye Afet Risk Azaltma Planı (TARAP), 2022 ile 2030 yıllarını kapsayan, afet risklerini azaltmak için AFAD koordinasyonunda hazırlanmış ulusal bir plan hazırlanmıştır. Bu plan, ülkemizde yaşanabilecek her tür ve ölçekteki afet için risk azaltma çalışmalarını yapacak kamu kurum ve kuruluşları, yerel yönetimler, özel sektör, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve gerçek kişileri kapsamaktadır.

TARAP ile afetlerin neden olabileceği fiziksel, sosyal, ekonomik, çevresel, psikolojik zarar ve kayıpların önlenmesi veya etkilerinin en aza indirilmesi; ayrıca dayanıklı, güvenli, hazırlıklı, sürdürülebilir, afete dirençli yaşam çevrelerin oluşturulması ve afet öncesinde hazırlanarak uygulanması gereken afet risk azaltma çalışmalarının temel prensiplerinin belirlenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye Afet Risk Azaltma Planı (TARAP), Cumhurbaşkanı onayı ile 8 Temmuz 2022 tarihinde 31890 sayılı Resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 

Yine bu bağlamda yukarda kısmen vurguladığımız Hatay İl Afet Risk Azaltım Stratejisi (2021) https://hatay.afad.gov.tr/kurumlar/hatay.afad/HATAY-I%CC%87RAP-2022.pdf ile  Yine aynı doğrultuda, Hatay ili özelinde de deprem riskini azaltmak için, 2021  yılında deprem eylem planları oluşturulmuştur.  https://hatay.afad.gov.tr/kurumlar/hatay.afad/deprem-kaynakli-eylemler-tablosu.pdf

Bu iki belge ilin afet riski yönetimi konusunda Anayasasıdır. AFAD kanunu ve risk azaltım stratejisi hükümleri doğrultusunda 2030 yılına kadar bu iki belge stratejileri ve eylemleri geçerlidir. Kamu Mali Yönetimi Kanunu uyarınca da strateji belgeleri bağlayıcı belgelerdir. 

Bu Raporlara göre, bölge ciddi bir deprem tehlikesi ile karşı karşıyadır. (s.45) Antakya – Asi Nehri Arası: Antakya-Asi Nehri arasında, çok sayıda kademeli birbirine paralel K-G gidişli kırıklardan oluşan bölüm, Antakya-Asi Nehri arası bölüm adı altında incelenmiştir (Şaroğlu vd. 1987). Fay, Amik gölü güneyinde, G-K yönde akan Asi nehrinin Antakya yakınlarında önce batıya daha sonra da güney dönmesine neden olur. Bu kesimde, boyları 4-15 km arasında değişen K-G gidişli birçok kademeli kırık yer alır. Bu kırıkların önemli sayılabilecek eğim atım bileşenleri vardır. Şaroğlu vd. (1987), bu bölümdeki kırıkların altı ana fay parçasından meydana geldiğini ve depremsellik açısından da en önemli ve uzun olanının en doğuda olduğunu belirtmektedir. Toplam uzunluğu 20 km olan bu fay, Kıyıören yakınlarından başlar, Karsu’nun yaklaşık 5 km güneyinde 500 m aralıkla sıçrama yaparak, Sarıbük köyüne kadar devam eder. Fay, Sarıbük güneyinde ülke sınırlarından çıkar. Fay, Miyosen yaşlı birimleri keser. Şaroğlu vd., (1987), fayın eğim atım bileşeni egemen sol yönlü doğrultu atımlı olduğunu belirtmektedir. Fay, kuzey bölümde batı bloğu yükselerek basamaklı bir topoğrafik görüntü sağlamıştır.

Yine bu rapora göre, “Hatay sismik olarak son derece aktif bir bölgede yeralmaktadır. Tarihsel ve aletsel dönemde bu bölgede çok sayıda hasar yapan deprem olmuştur. Arabistan levhasının kuzeye doğru hareketi Ölü Deniz Fayı’nda gerilmelerin kümülatif olarak artmasına neden olur. Bu gerilme jeolojik birimlerin direnim gücünü aştığı anda enerji aniden boşalır ve depremler ortaya çıkar. Bu durum Antakya ve yakın çevresinde oldukça yüksek deprem riski potansiyeli oluşturur. Tarihsel ve aletsel dönemlerdeki depremler de bunu ortaya koymaktadır. Tarihsel dönemde, Antakya ve 53 yakın çevresinde şiddetleri V ile X arasında değişen bir çok deprem meydana gelmiştir. Bu depremler büyük can ve mal kayıplarıyla sonuçlanmıştır. En şiddetli deprem 245 yılında (Io=X, M=7,5) gerçekleşmiştir. 526 yılında meydana gelen IX şiddetindeki depremde ise can kaybı diğerlerine göre çok fazla olmuştur. Depremin olduğu günün “Meryem Ana Yortusu” arifesi olması nedeniyle festival için şehirde büyük bir nüfus toplanmıştır. Deprem, bu nüfusun kapalı mekanlarda olduğu akşam saatlerinde gerçekleşmiştir. Bundan dolayı 250.000-300.000 dolayında can kaybı olmuştur (Downey, 1961:521). Antakya şehri bu depremden sonra bir daha eski parlak günlerine dönememiştir. 2 Nisan 1872 yılında meydana gelen IX şiddetindeki depremden sonra bölgede şiddetli bir deprem olmamıştır. Tarihsel dönemde Antakya’yı etkileyen depremlerin, Ölü Deniz Fayı’nın Gharb ve Karasu segmentlerinde yoğunlaştığı dikkati çekmektedir. “

Anılan rapora göre, “Antakya ve yakın çevresinin de içinde yer aldığı Antakya-Kahramanmaraş grabeni, farklı tektonik yapıların bir arada bulunduğu ve tektonik etkinliğin çok yoğun yaşandığı alanlardan biridir. Graben alanı, aktivitesini devam ettiren Ölü Deniz ve Doğu Anadolu Fayları ile Kıbrıs Yayı’nın etkisindedir. Antakya şehri ise grabenin güneyini şekillendiren Ölü Deniz Fayı’nın etkisi altındadır. Bu nedenle şehir oldukça yüksek bir sismik riske sahiptir. Tarihsel ve aletsel dönemde meydana gelen depremler bu sismik riski ispat etmektedir. Tarihsel dönemde, Antakya ve çevresinde yıkıcı etki yapan bir çok deprem meydana gelmiştir. Ancak son yüzotuzbeş yıldan beri bölgede gerilimi boşaltacak bir depremin olmayışı, gelecekte deprem olma riskini her geçen gün artırmaktadır. Çok uzun süren durgunluk döneminden dolayı, halk olası bir deprem tehlikesinden habersizdir. Bu durum tehlikenin boyutunu daha da artırmaktadır. Antakya ve yakın çevresinde görülen yoğun tektonik rejim, kısa mesafede farklı zemin özelliklerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu zeminler olası bir depremde gösterecekleri tepkilere göre en zayıf zeminler, zayıf zeminler, az sağlam zeminler, orta derecede sağlam zeminler ve sağlam zeminler şeklinde sınıflandırılmıştır. İl Afet Risk Azaltma Planı kapsamında yapılan 1. Çalıştayda 1 adet muhtemel ve 1 adet en kötü senaryo olmak üzere iki adet senaryo oluşturulmuştur. Muhtemel senaryoda 5.5 büyüklüğünde Antakya merkezli bir deprem olduğu, enkötü senaryoda 7.5 büyüklüğünde Antakya merkezli bir deprem olduğu öngörülerek, depremlerin afete dönüşmesinin nedenleri ve tetikleyici unsurlar, afetin etkileri ve sonuçları ortaya konulmuştur. Söz konusu senaryo tabloları ekte yer almaktadır.“ (s.58)

Bu rapora bağlı olarak yapılan analizlere göre ise, “Deprem ile ilgili yapılan GZFT analizinde; Deprem Tehlike Haritasının güncel olması, Hatay İli Bütünleşik Afet Tehlike Haritalarının hazırlanması, İmar Planlarında Hatay Büyükşehir Belediyesince yapılan Mikrobölgeleme haritalarının dikkate alınması, ilimizde bulunan Üniversiteler (HMKÜ ve İSTE) ile diğer üniversitelerin bilimsel çalışmalar yapıyor olması, toplumun çeşitli kesimlerinde temel afet bilinci ve farkındalık eğitimlerinin veriliyor olması, AFAD gönüllülük sisteminin varlığı, İlimizde toplanma alanlarının belirlenmiş olması ve haritalarının oluşturulması, ilimizde TMMOB şube ve temsilciliklerin olması, ilimiz genelinde 40 adet deprem gözlem istasyonunun bulunması, ilimizde Uyarı İKAS sisteminin kurulması, 140 İskenderun OSB İş Sürekliliği planının hazırlanmış olması, İlimizde deprem sonrası barınma alanlarının bulunması, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Mekansal Planlama Genel Müdürlüğü Mekansal Planlarda Esas Alınacak Sakınım Önlemleri ve Risk Azaltım Kriterlerinin Geliştirilmesi projesi kapsamında Hatay’ın pilot il seçilmesi, kurumların alt yapı çalışmalarında kurumlar arasında koordinasyon biriminin olması, MTA Türkiye Diri Fay Haritasının olması tam güçlü yönlerimiz olarak belirlenmiş, İlimizde sıvılaşma riski yüksek olan alüviyal zeminde yapılaşmanın bulunması, kentsel dönüşümün parsel bazında yapılıyor olması, yapı stoğu bilgisini yetersiz olması, vatandaşların zorunlu deprem sigortasını (ZDS) yaptırmaması, ruhsatsız yapıların bulunması ve yapılaşmada denetim eksikliği, yapı üretim sektöründe çalışan tüm personelin depreme dayanıklı yapım ilkeleri konusunda eğitim alma zorunluluğunun bulunmaması, halkın kentsel dönüşüme katılımda isteksiz olması, yapıların deprem dayanıklılık testlerinin ücrete tabi olması ve yaptırılmasının vatandaşın isteğine bırakılması, ilimizde ulaşım mastır planının olmaması, ilimizin bazı bölgelerinde niteliksiz yapılaşmanın sit alanları ile iç içe olması, imar barışı sonucu oturum izni alan binaların tam olarak depreme dayanım koşullarının sağlayıp sağlamadığının bilinmemesi, zemin etüt laboratuvar sayısının yetersiz olması, kentsel dönüşüm çalışmalarında yer seçim alanlarının kısıtlı olması, yerleşim alan çevresinin genellikle verimli tarım arazileri, orman, sanayi kuruluşlarıyla çevrili olması, zayıf yönler olarak belirlenmiştir. Deprem Yönetmeliğinin olması, 9 Mart 2019 tarihinde tebliğ edilen Zemin ve Temel Etüdü Uygulama Esasları Rapor formatının yayınlanması yerel yönetimler için önemli olup, rapor içerisindeki veri ve geoteknik raporların ayrıntılı incelenmesi avantaj sağlıyor olması, kurumlar arasında işbirliğinin olması, ilimizde teknik personel açısından güçlü kadroya sahip kurumların varlığı, yapı denetim firmalarının denetlenebilir hale getirilmesi, ilçe belediyelerinde imar planı çalışmalarının mikrobölgeleme etüt çalışmaları kapsamında yapılıyor olması, 2021 yılının afet eğitim yılı olarak ilan edilmiş olması fırsat olarak değerlendirilmiştir. İlimizin tektonik yapısı ve aktif fay hatlarının varlığı, ilimizdeki fay hattına yakın yapı stoğunun olması, ilimizde bazı bölgelerde YSS (yeraltı su seviyesi) yüzeye yakın olması ve sıvılaşma riskini artırması, sanayi bölgelerinin deprem açısından riskli bölgelerde bulunması, ekonomik ömrünü yitiren binalar ve 1998 öncesi yapılan yapılara yeterli analizlerin yapılmamış olması, Afete Maruz Bölge (AMB) içerisinde yapılaşmaların olması ve bu yapıların yıkılmaması, ikincil afetlere sebebiyet verecek tesislerin varlığı tehdit olarak değerlendirilmiştir.” (s.140)

Bu kapsamda da deprem kaynaklı afet risklerini azaltmak için eylem planı öncesinde risk azaltım stratejileri, organizasyon ve buna bağlı planlama kademeleri oluşturulmuştur. 

Afet ve Acil Durum Yönetimi Düzeni ve Koordinasyon İl Afet Müdahale Planı kapsamında Hatay Valiliği İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü koordinasyonunda, görev ve sorumlulukları belirlenmiş kurum ve kuruluşlar ile yapılmaktadır. Hatay İl AFAD Müdürlüğü bünyesinde; İKAS (İkaz ve Alarm Siren Sistemleri) Projesi başlatılmış olup, halkın; her türlü afet, acil durum, tehlike ve sivil savunma hallerinde en hızlı şekilde uyarılabilmesi, düzenli bilgilendirmeler ile belirtilen durumlara yönelik bilinç seviyesini arttırmak, amacıyla tek bir merkezden kontrol edilebilen Siren Sistemleri geliştirilmesi hedeflenmektedir. Gönüllü çalışmaların koordinasyonu Eğitim Şube Müdürlüğü tarafından yapılmakta olup, AFAD Başkanlığınca yürütülen “AFAD GÖNÜLLÜSÜ” Projesi kapsamında Gönüllü Ön Kayıtları edevlet üzerinden devam etmekte olup Gönüllülük Sisteminde Hatay İlinde 123 AFAD Gönüllüsü Uzaktan Çevrimiçi Eğitimleri (Birey ve Aileler İçin Temel Afet Bilinci, Arama Kurtarmada Kullanılan Düğümler, Kriz Yönetimi, Stres Yönetimi, Liderlik) 28 Ağustos 2020 itibari ile tamamlanmıştır. 

Afet Risk Azaltma Çalışmaları – Yapısal Önlemler kapsamında 2014 yılında 6360 sayılı büyükşehir belediyeleriyle ilgili kanunun yürürlüğe girmesiyle Hatay Büyükşehir Belediyesi kurulmuş ve ardından il geneline yönelik üst ölçekli planın ve yerleşim merkezlerine yönelik 1/5.000 ölçekli nazım imar planlarının hazırlanması çalışmaları başlatılmıştır. Üst ölçekli planlar için arazi kullanıma esas jeolojik etüt ve 1/5.000 nazım imar planları için imar planına esas mikrobölgeleme etüt çalışmalarına eş zamanlı olarak başlandığı, mikrobölgeleme çalışmalarından elde edilen bazı verilerin arazi kullanıma esas jeolojik etütlere aktarılmıştır. 2018 yılında onaylanan Hatay İli 1/100.000 Ölçekli Çevre Düzeni Planı (ÇDP) için hazırlanan “Hatay İli 1/100.000 Ölçekli Çevre Düzeni Planına Altlık Teşkil Edecek Arazi Kullanımına Esas Jeolojik Etüt Raporu” Hatay İl idari sınırları bütününde hazırlanmış ve 2016 yılında onaylanmıştır. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 28.09.2011/102732 genelgesi Format-1 doğrultusunda hazırlanan etüt raporu benzer diğer çalışmalarda olduğu gibi ağırlıklı olarak mevcut literatür ve veriler kullanılarak hazırlanmıştır. Etüdün sonuç ve değerlendirmeler bölümündeki arazi kullanım önerileri, yerleşilebilirlik açısından öncelikli alanları kademeli olarak belirlenmiş ve yerleşilebilirlik açısından birinci öncelikli alanlardan başlayarak beşinci öncelikli alanlara kadar tanımlama yapmıştır. Sonuç ve öneriler bölümünde diğer çalışmalarda olduğu gibi Türkiye Deprem Bölgeleri Haritasına göre ilin konumu, uyulması gereken mevzuat ve alt ölçekli planlama çalışmalarında ve parsel bazında yerbilimsel etütlerin yapılmasının gerekli olduğuna dair konulara yer verilmiştir. Hatay ilinde tüm ilçe merkezlerinde 1/5.000 ölçekli nazım imar planı çalışmalarına esas olarak hazırlanan mikrobölgeleme etüt raporları planlama çalışmaları öncesinde tamamlanarak onaylanmıştır (MPGM, 2020). 

Depremler, tüm dünyada nüfus yoğunluğunun fazla olduğu kentsel alanlardaki can ve mal güvenliğini tehdit eden doğa-kaynaklı afetlerin başında gelmektedir. Türkiye’de son yıllarda meydana gelen depremlere ait yer hareketi kayıtları ve gözlemlenmiş yapı hasarları ülkemizin büyük bir kısmının yalnızca sismik tehlike değil büyük bir sismik risk altında olduğuna da işaret etmektedir. Çoğunlukla sismik tehlike ya da risk belirleme kapsamında olan zarar azaltma çalışmalarının, artık günümüzde giderek önem kazanmaya başlayan ve uzun vadede planlamaya 40 da yansıması gereken “kentsel alanlarda dirençlilik” kavramına yönelmesi de kaçınılmaz bir gerekliliktir (MPGM, 2020). Ülkemizde, tasarıma esas spektrumdaki değerler Türkiye Deprem Tehlike Haritasından alınmaktadır. 

Türkiye Deprem Bölgeleri Haritası, AFAD Deprem Dairesi Başkanlığı tarafından yenilenmiş, 18 Mart 2018 tarih ve 30364 sayılı (mükerrer) Resmi Gazete’de yayımlanarak 1 Ocak 2019 tarihinde yürürlüğe girmiştir. En güncel deprem kaynak parametreleri, deprem katalogları ve yeni nesil matematiksel modeller dikkate alınarak çok daha fazla ve ayrıntılı veriyle hazırlanmıştır. Yeni haritada, bir önceki haritadan farklı olarak deprem bölgeleri yerine en büyük yer ivmesi değerleri gösterilmiş ve “deprem bölgesi” kavramı ortadan kaldırılmıştır. Yenilenmiş fay modelleri kullanılarak ve olasılıksal sismik tehlike analizlerine dayanan yeni bir tehlike haritası elde edilmiştir (deprem.afad.gov.tr). Aktif Fay Zonu ve paleosismolojik çalışmalar; fay tipi, yıllık kayma hızı, en son deprem üretme tarihi, tekrarlanma aralığı gibi parametrelerinin belirlenmesi için son derece önemlidir. 

Aktif fay zonu çalışmaları temel jeoloji araştırmaları kapsamında arazide yürütülen yapısal verilerin toplanması ile başlatılmaktadır. Ülkemizdeki diri fay ve paleosismoloji araştırmaları büyük ölçüde Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü tarafından yapılmakta olup elde edilen veriler, diri fayların yakın jeolojik geçmişteki deprem davranışlarının (eski depremlerin oluş zamanı, deprem tekrarlanma aralığı, kayma hızı, kırılma uzunluğu, deprem büyüklüğü, v.b.) incelenerek gelecekteki deprem davranışlarının tahmin edilmesine yönelik yapılmaktadır. 

Paleosismoloji çalışmaları öncesinde jeofizik araştırma yöntemlerin uygulanması, mekansal planlama çalışmalarında depreme güvenli yerleşim yeri seçimi, risk azaltma ve sakınım önlemleri almaya yönelik araştırmalara önemli katkı sağlamaktadır. Özellikle, ova içlerindeki örtülü fayların sismik yansıma kesitlerinde belirlenmesi ve temel jeolojik araştırmalar kapsamında arazide toplanan yapısal veriler ile elde edilen sismik bulguların denetlenmesi son derece önem teşkil etmektedir (MPGM, 2020). İlçeler özelinde incelenen jeolojik etütlerde sismik tehlikelerle ilgili olarak da “Deprem Tehlikesi Açısından Uygun Olmayan Alanlar (UOA-1)” kapsamında diri fay yüzey faylanması tehlike bölgesi ve yanal yayılma riskli alanlar kapsamında bölgeler bulunmadığı görülmektedir.” notu hatırda tutulması gerekir. 

YUKARIDA ANILDIĞI ÜZERE HATAY İLİNDEKİ AFET RİSKİNİ AZALTMAK, RİSKE KARŞI SAKINIM STRATEJİLERİ GELİŞTİRMEK VE BU DOĞRULTUDA EYLEM PLANLARI OLUŞTURMAK ODAKLI HAZIRLANAN HATAY İL AFET RİSK AZALTIM STRATEJİSİ, İL EYLEM PLANI VE SWOT ANALİZLERİNE GÖRE BİR RİSKLİ ALAN İLANI, AFET RİSKİNE KARŞI EYLEMLERDEN SAYILMAMAKTADIR. BU STRATEJİ VE EYLEM PLANINA BAĞLI KALMAK, KAMU MALİ YÖNETİMİ KANUNU UYARINCA ZORUNLULUKTUR.  BU PLANLARDA GÖSTERİLMEYEN BİR AFET EYLEMİNİ, AFET PLANLAMA STRATEJİLERİNE AYKIRI BİR BİÇİMDE İDARENİN RİSKLİ ALAN KARARI ALMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR. 

BUGÜN YAŞANAN DEPREMİN ETKİSİNİN BU KADAR YOĞUN OLMASININ SEBEBİ, AFET EYLEMLERİNİN VE PLANLARININ YETERSİZ OLMASI DEĞİL, BU EYLEMLERİN UYGULANMAMASIDIR. İDARENİN  HİÇ VEYA KÖTÜ İŞLEMESİNİN NEDENİ BİR YOL HARİTASI OLMAMASI VEYA ÖNLEMLERİN BELİRSİZ OLMASI DEĞİLDİR. FAKAT ARAŞTIRMA KONUSU EDİLEN 5.4.2023 TARİHLİ RİSKLİ ALAN İLANI KARARI, SANKİ BİR EYLEM PLANI YOK GİBİ, BİR AFET STRATEJİSİ İZLENMİYORMUŞ GİBİ AÇIĞA ÇIKMIŞTIR. PLANLAMA HİYERARŞİSİ AÇISINDAN, RİSKLİ ALAN KARARI İDARENİN BİR KARARIDIR. BU KARARLAR STRATEJİK PLANLAMA HÜKÜMLERİNE UYUMLU OLMAK ZORUNDADIR. STRATEJİK PLANDA GÖSTERİLMEYEN BİR EYLEMİN, KEYFİ BİR BİÇİMDE KABUL EDİLMESİ, DEPREMDEN DERS ALINMADIĞINI, DEPREME KARŞI TEDBİRLERE UYMAMA FİİLİNİN DEVAM ETTİĞİNİ, BU BAĞLAMDA DA İDARENİN HİÇ İŞLEMEMESİNE YÖNELİK DAVRANIŞIN KASITLI BİR İDARİ KÜLTÜRE VE PRATİĞE DÖNÜŞMEKTE OLDUĞUNU GÖSTERMEKTEDİR. BU BAĞLAMDA ÖNCELİKLE RİSKLİ ALAN İLANININ DEPREM RİSKİNİ AZALTMAK AMACI TAŞIMADIĞI, BU KONUDA PLANLARIN VE EYLEMLERİN OLDUĞU, 7.5. ŞİDDETİNDE BİR KÖTÜ SENARYOYA GÖRE DE BU EYLEMLERİN OLUŞTURULDUĞU, İDARENİN BU DURUMU ÖNGÖRDÜĞÜ GÖZETİLDİĞİNDE, BİLİMSEL VE HUKUKİ DAYANAKTAN YOKSUN RİSKLİ ALAN İLANININ KANUNUN ÖNGÖRDÜĞÜ AMACI TAŞIMADIĞI AÇIKTIR. 

DİĞER YANDAN DEPREME KARŞI İDARENİN EYLEMLERİ, STRATEJİK PLANA BAĞLI OLARAK HAZIRLANIR VE DEPREM RİSK AZALTIM HEDEFLERİNİ GERÇEKLEŞTİRMEYE UYGUN ARAÇLAR OLARAK TANIMLANMIŞTIR. FAKAT ANILAN RİSKLİ ALAN İLANI ARACI RİSK AZALTMA STRATEJİSİ İÇİNDE YER ALMADIĞI GİBİ, RİSKİN AFETE DÖNÜŞMESİ SONRASINDA DA RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMESİ SÖZ KONUSU OLAMAZ. RİSKLİ ALAN UYGULAMALARI, AFET MEYDANA GELMEDEN ÖNCE UYGULANACAK BİR EYLEMLER DİZİSİDİR.  BU NEDENLE RİSKLİ ALAN KARARI SEBEP UNSURU YÖNÜNDEN HUKUKA AYKIRIDIR. 

2- DEPREM YAŞANDIKTAN SONRA, RİSKİN AFETE DÖNÜŞTÜĞÜ SAFHADA, RİSKİN GİDERİLMESİ DEĞİL, AFETİN GİDERİLMESİNE YÖNELİK MEVZUAT UYGULANMALIDIR. ÇÜNKÜ ARTIK RİSK AFETE DÖNÜŞMÜŞTÜR. AFET GİDERİM STRATEJİLERİ HAYATA GEÇİRİLMESİ GEREKİR. İLİN AFET YÖNETİM PLANINI ORTADAN KALDIRACAK BİÇİMDE, RİSKLİ ALAN İLANI KARARI, BU NEDENLE DE 6306 SAYILI YASANIN GENEL GEREKÇESİNE VE AMACINA  AYKIRIDIR. 

6306 Sayılı Yasanın adından da anlaşılacağı üzere, “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”dur. Bu Kanunun amacı; “afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemektir.”  Bu kanun uygulanabilmesi için bir alanın öncelikle afet riski altında olması gerekir. Bu alanda idarenin fen ve sanat normlarına uygun yapılaşma amacı için iyileştirme, tasfiye ve yenilemeye dair karar alması sağlanır. Oysa bilindiği üzere 6 Şubat tarihinde ve daha sonra Hatay ilinde, idarenin de tespit ettiği 7.2 şiddetinde deprem gerçekleşmiştir. Yani risk ortadan kalkmış ve afete dönüşmüştür. Oysa bu yasa riskin afete dönüşmesini engelleme amacı taşımaktadır. YASADA YAPILAN DÜZENLEMELER DE RİSKİN AFETE DÖNÜŞMESİNİ ENGELLEMEYE YÖNELİK OLDUKÇA AĞIR VE HAKLARI KANUNLA SINIRLANDIRAN DÜZENLEMELER İÇERMEKTEDİR. ÇÜNKÜ KANUNUN AMACI AFET MEYDANA GELMEDEN RİSKİ GİDERMEYE YÖNELİK SERT TEDBİRLER ALMAKTADIR. DEPREMİN RİSK OLMAKTAN ÇIKTIĞI, GERÇEKLEŞTİĞİ, SONUCUNDA DA BÜYÜK BİR YIKIMIN MEYDANA GELDİĞİ, EKOLOJİK, EKONOMİK VE SOSYAL AÇIDAN TAM BİR ÇÖKÜNTÜLEŞME, ÇÖZÜLME VE DAĞILMA SÜRECİNDE ARTIK BİR RİSKTEN BAHSEDİLEMEZ. YAŞANAN BİR AFETTİR. MERKEZİ İDARE DE BU DURUMU “YÜZYILIN AFETİ” OLARAK İLAN ETMİŞTİR. YANİ ORTADA İLAN EDİLECEK BİR RİSK DEĞİL AFET VARDIR. RİSKİN OLDUĞUNA YÖNELİK NE HUKUKİ NE DE FİİLİ BİR GERÇEK VARDIR. GERÇEK ÇOK AÇIK BİR BİÇİMDE BİR AFET GERÇEĞİDİR. Bu durumda idarenin afet riskini azaltmaya yönelik, deprem öncesi eylem planlarını devam ettirirken diğer yandan da afet sonrasında toplumun iyileştirilmesi ve yeniden toparlanması için gerekli mevzuatı yani 7269 sayılı Kanun ve ilgili düzenlemeleri yapması gerekmektedir. 

6306 sayılı Yasanın 2012 yılından önce Kanunlaşma öncesi genel gerekçesine baktığımızda da, Kanun’un deprem öncesine odaklandığı açıktır. Gerekçeye göre, “Ülkemizin bazı yerleri ve buralardaki yerleşim merkezleri hâlen çok yüksek deprem riski altındadır. Örneğin, İstanbul’un yakın bir zaman içinde çok şiddetli bir depremle karşı karşıya kalacağı, bu hususta ihtisas sahibi bilim adamlarınca ifade edilmektedir. Bazı yerleşim merkezlerinin jeolojik durumu ve zemin özellikleri ise, buralarda iskânın tehlikeler arz ettiğini ve afet riski altında bulunan bu yerleşim merkezlerinin bir an önce bulundukları yerlerde dönüştürülerek buralardaki iskânın yeniden düzenlenmesini ve hatta bunların başka yerlere nakledilmesini zarurî kılmaktadır. Yürürlükteki 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısiyle Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun, afet tehlikesine maruz kalmış veya kalması muhtemel bölgelerin tespit edilip “afete maruz bölge” olarak ilân edilmesini öngörmekte ve böylece “afete maruz bölge” olarak ilân edilen yerlerdeki meskenlerin ve işyerlerinin afet tehlikesinden masun yerlere nakledilmesi, bahsedilen Kanundaki usûl ve esaslara göre yürütülmektedir. Deprem afetine ve diğer afetlere maruz kalabileceği ilmî ve teknik araştırmalar ile sabit olan yerlerdeki iskânın kaldırılması ile başka yerlere tahliye ve nakli işleri, etraflı çalışmaları ve büyük harcamaları gerektirmekte, bu masrafların karşılanmasında zorluklar bulunmakta ve 7269 sayılı Kanuna göre belirli bir yerin “afete maruz bölge” ilân edilmesi, bu bölgede normal hayatın akışını aksatmakta, “olağanüstü” bazı tedbirlerin alınmasını gerekli kılmakta ve sosyal problemlere de yol açmaktadır. Bu sebeple, afetler bakımından risk taşıdığı ilmî ve teknik araştırmalar ile belirlenmiş bölge ve yerler için 7269 sayılı Kanuna göre “afete maruz bölge” kararı alınmasına gerek olmaksızın, buralardaki meskenlerin ve işyerlerinin öncelikle “gönüllülük” esasına dayanılarak dönüştürülmesine ve gerekirse başka yerlere nakline imkân sağlayacak yeni kanunî düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır” 

Görüldüğü üzere, 6306 sayılı Yasanın gerekçesine göre de, 7269 sayılı Kanun afet sonrasına odaklıdır. Afet öncesinde yapı stoğunu dönüştürecek bir yasa gereklidir. Bu yasa da, 6306 sayılı yasadır. Bu yasa uyarınca riskli alan ilan edilmiştir. Bu bağlamda, deprem sonrasında uygulanması gereken mevzuat uygulanmamış, deprem öncesi uygulanacak mevzuat uygulanmıştIr. 

Bu nedenle uygulanan Kanun, zaman bakımından, hukuka aykırıdır. İdarenin tespit edilen soruna uyguladığı hukuk kuralı yanlıştır. Örneğin idarenin, deprem nedeniyle riskli alan sahiplerinin medeni durumuyla ilgili düzenleme yapması, soruna yanlış hukuk kuralının uygulanması anlamına gelirse; aynı biçimde deprem sonrasında depreme karşı hazırlık için mülklere el koyacak veya temel hakları sınırlandıracak bir düzenleme yapılması da aynı anlama gelir. Ya hukuki sorun analiz edilememiştir, ya da soruna yönelik bilinçli bir biçimde yanlış hukuk kuralı uygulanmaktadır. Ortada ya maddi vakıanın vasıflandırılmasıyla ilgili bir hata vardır; yani Antakya halkı idare açısından bir deprem yaşamamıştır ve daha depremi şimdi yaşayacaktır ya da deprem için uygulanan hukuk kuralı yanlıştır. Vatandaşlar geçtiğimiz 90 gün içinde, Hatay’ın ne büyük yıkım yaşadığını görmüştür. Bu yaşadığımız şeyin bir afet olduğu bir gerçektir. Buna rağmen, depreme hazırlık mevzuatı olan riskli alan uygulamaları ve 6306 sayılı yasanın vatandaşlara uygulanmasının afet  ile bir ilgisi yoktur.  Bu nedenle de riskli alan kararı amaç unsuru yönünden hukuka aykırıdır. 

3- RİSKLİ ALAN İLANI KARARI KENTİN TARİHİ DOKUSUNUN SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİ, KENTSEL TOPLUMSAL YAŞAMIN DEĞERLERİ, TOPLUMU BİR ARADA TUTAN SOSYAL ADALET, HUKUK VE EŞİTLİK DEĞERLERİNE AYKIRIDIR. 

İdarenin riskli alan ilanı kararı, binlerce yılda birikerek kurulan şehri, birkaç yıl içinde yeniden ayağa kaldırmak gibi bir kurguya dayanmaktadır. Bir yılda ayağa kaldıracağınız şey, Antakya değildir. Antakya’nın ne olduğunu aşağıda anlatacağız ama buna geçmeden önce neden bu riskli alan kararına karşı dava açılmasını engellemeye yönelik de yoğun bir lobi faaliyeti yürütülmesi dikkatlerden kaçmamıştır. 

Depreme karşı tedbir olması için ortaya çıkan ve deprem öncesinde uygulanması gereken bir Kanun’un, Hatay İli Afet Azaltım Plan ve eylemlerinde olmamasına rağmen şu anda uygulanmasının nedeni nedir? Bunun bilinecek tek nedeni, Antakya ilinde riskli alan ilan edilen yerde yaşayanların tahliye edilmesi, bu bölgede mevcut kentsel morfoloji  ve demografi dışında yeni bir kentleşme biçiminin ve kent hayatının gündeme getiriliyor oluşudur. Özetle, bu bölgede yaşayan insaların malına, mülküne ve yarattığı değerlere riskli alan kararı sonrasında gündeme gelecek uygulamalarla el koymak, bu bölgede acele kamulaştırmalar gerçekleştirmek ve Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na geçirilen yerlerin, TOKİ ve EMLAK KONUT ile yapılacak bir protokolle önce bu özel hukuk tüzel kişisine devretmek, sonra da Antakya ilinde yeni imar sürecini yürütecek şirketlerle kurulacak ortaklığa göre, bu yerlerin mülkiyetinin bu gruplara geçirilmesini sağlamak olduğu düşünülmektedir. Riskli alan ilanı ile afet azaltımı arasında bir ilişki olmadığına göre, riski azaltılacak olan şey bu bölgede istenmeyen insan topluluğu riskli olarak görülmesi gerçeğidir. Bu riskli grubun tahliyesi sağlanarak, “kılçıksız” bir biçimde Antakya tarihi kent merkezi özel bir şirketin yapay kent hayallerinin, distopyalarının hanesine yazılabilir. Bu öngörüyü destekleyecek bir gelişme de yakın zamanda meydana geldi. 28 Nisan 2023 günü, Depremin vurduğu illere ait plan ve projelerin küresel mimarlık bürolarına dağıtıldığı, sürecin halkla ilişkilerini de İstanbul merkezli  bir  mimarlık ofisinin yürüttüğü, Antakya/port olarak ifade edilebilecek bu sürece yönelik küresel ticari beklentilerin planlama vitriniyle, İstanbul’da bir toplantı organize edilerek sunulduğu bilinmektedir. Küresel şirketlerin Antakya hakkındaki projelerinin  halka sunulduğu bu toplantıdan planlama sürecinin dar bir çıkar çevresi tarafından yürütüldüğü anlaşılmıştır. Bu toplantıda planlama sürecinin uluslarası ölçekte tamamlandığı ima edilmiştir. Ancak bu sürecin bir planlama değil; şirketlerin Antakya ile ilgili hayallerinin tebliğ edildiği bir bilgilendirme olduğu açıktır. .

3194 sayılı kanunun 9.maddesinde plan yapma yetkisinin afet  dönemlerinde Bakanlığa geçtiği ve bu yetkiye istinaden toplu konut, demiryolu, havalimanı vb.ihtiyaçları karşılamak maksadıyla ilgili belediyelerle işbirliği yaparak kentte plan değişikliği ve yeni planlar yapabilir. Fakat bu açık yetkiye rağman, Antakya ilindeki küresel pazarın beklentilerini karşılamam için, Olağanüstü hal ilan edilerek tüm planlama süreci yani halkın karar alma sürecine katılımı askıya alınmıştır. Böylece dar bir çevre tarafından plan yapma, mülkiyet ve kent ilişkilerini değiştirme yetkisine sahip olunmuştur.

Mevcut uygulamada, yetkili idareler yurttaş ve halk örgütlenmeleri ile bilgi, görüş ve niyet paylaşmadan bu planları özel ve küresel firmalara ve pazara ihale etmekte, kamusal bir hizmet olan plânlama sürecinden halkı uzak tutmakta planlama sürecini, planlama pratiklerini halktan gizlemektedir. Bakanlık Kanunun olağanüstü hal koşullarında  kendisine verdiği  bu yetkiyi  küresel şirketlerin çıkarına yönelik ve fakat Antakya halkının aleyhine kullanmaktadır. Antakya gibi depremde yıkılmış bir kent, rant odaklı plan anlayışıyla, şirketlerin çıkar ve ihtiyacına göre  planlanmaya girişilmiştir.  Depremzedelere geçici barınma sağlamakta yeterli çabayı göstermeyen ilgili bakanlık,  kentsel projeler üretme  konusunda çok hızlı hareket etmekte ve halkın bilgilenme hakkını engellemektedir. Normal şartlarda planların 30 gün askıda kalması gerekir. Bakanlık, Afet gerekçesiyle tek yetkilidir ve planlama süreci denetimsiz kılınmıştır.  Bu anlayış kamusal bir yaklaşım değildir. Plânlama kamusal bir hizmettir ve kamuya açık olmalıdır. 

Bu planların bize gösterdiği gerçek, riskli alan içinde riskli olan tek şeyin şu andaki toplumsal gruplar ve halk olduğu anlaşılmaktadır. Bilgi edinme hakkını kullanamayan halk, düşüncelerini ifade etme, kararlara katılma, yargısal süreçler yoluyla adil yargılanma haklarını da kullanamamaktadır. Bu bağlamda da yaşam hakları, mülkiyet hakları açıkça ihlal edilmektedir. 

Anlaşılan şudur ki deprem yaşamış bölgede şimdikinden daha ağır bir yapılaşma, yoğunlaşma söz konusudur bu  projelerde. Tarihi kent merkezi sınırı içinde yok yoktur. Ticaret merkezleri, rezidanslar, alışveriş merkezleri; tıpkı bir DUBAİ..ama ne yoktur bu planlarda: ANTAKYA. Evet Antakya yoktur. Ortada bir planlama süreci de yoktur. Turizmleştirilmiş, seçkincileştirimiş yeni mekansal ilişkilerde avm, ticaret alanları, rezdanslar da esnekleşmiştir. Bu görünmezlik içinde Riskli alan ilan edilen bölgede Roma Uygarlığı’nın yeniden canlandırılması yoluyla bu proje için finansman da bulunacağı toplantıda dillendirilmiştir. 

Riski alan içinde her şey vardır. Bir tek şey yoktur, bugüne kadar son bin yılda özellikle Antakyalıların ananeleriyle oluşmuş kent kültürü, toplumsal ilişkiler, buna uygun yaşam ve kent kültürü yoktur. Riskli Alan kararı ile el konulan sadece bu bölgede yaşayanların mülkleri değildir; aynı zamanda ahalinin deneyim, tecrübe, hafızasıyla ortaya çıkmış tüm tarihsel, arkeolojik, doğal ve ekolojik değerlere de el konulması planlanmıştır.Depremin yaraları henüz sarılmadan, Antakya halkının fikri alınmadan, kentin ve kentlinin temel gereksinimleri, demografik yapısındaki değişimleri göz önünde bulundurmadan, kentlilerin aidiyet duygusu göz önünde bulundurulmadan, kentin ihtiyaçlarını  önceleyen program oluşturmadan aceleyle alınan kararlarla yaptırılan planlar Depremzede kadim  Antakya halkında derin yaralar açacaktır.

Yasemin Mıstıkoğlu yaşanan deprem ardından bir yazısında şunları söylüyordu, “Antakya yıkıldı, yok oldu” yorumlarına cevaben yazıyorum bu yazıyı…18 yıldır Antakya’da yaşayan bir Antakya gelini olarak. Konuya geçmeden önce Antakya neresidir? Hatay neresidir? Basın mensubu arkadaşlarım da dahil, TV’lerde yayına katılan birçok kişinin bu ayrımı hâlâ yapamıyor olduğunu görmek çok üzücü.

Çünkü Hatay ve Antakya sıradan yerler değiller.

Antakya, o bölgede kurulan ilk yerleşim yeri. M.Ö. 300’lü yıllarda ‘Antioch’ adı altında kuruluyor. Onlarca medeniyet doğuyor bu bölgede.

Bizans İmparatorluğu döneminde imparatorluğun 3. büyük şehri unvanına sahip olan Antioch, tarihsel süreçte Antakya oluyor.

Hatay ise Atatürk ile giriyor hayatımıza. Antakya 1938 yılında Türkiye’ye dahil olunca Atatürk o bölgeye bu ismi veriyor. Hatay’ın 15 ilçesi var. Antakya da Hatay’ın en büyük ilçesi.

Evet; Antakya’nın binaları yıkıldı, yolları yarıldı, ağaçları devrildi. O binalarda yaşayan canlarımız hayatını kaybetti. Ama Antakya yok olmadı, zaten olamaz.

Bakın neden olamaz yazayım buraya madde madde. Mesela Antakya kahvesini hiç duydunuz mu bilmiyorum. Antakyalı nereye giderse gitsin kahvesini yanında taşır. Yurtiçi-yurtdışı seyahatlerinde bavulunun bir köşesinde mutlaka bu kahveye ve bir cezveye her zaman yer vardır.

Çünkü Türkiye’nin ve dünyanın hiçbir yerinde yok böyle bir kahve tadı ve pişirme şekli.

Kahvenin en az iki kez kavrulmuş olması gerekiyor ve kaynayarak pişiriliyor. Kahvenin püf noktası: kesinlikle köpüksüz olacak. Köpük olursa içmez o kahveyi Antakyalı.

Antakyalı misafirine geldiğinde “hoş geldin” der, hepimiz gibi. Ama giderken de “hoş geldin” der hepimizden farklı olarak. “İyi ki geldiniz, ne iyi ettiniz” anlamında. Benim ezelden beri bildiğim gibi “güle güle, hadi güle güle” deyip kapıyı kapatmaz.

Antakyalı misafirine bir kez değil, iki kez değil, üç kez değil defalarca sorar “Bir şey içer misiniz, bundan da yer misiniz?” diye. Hatta şehir efsanesidir; eski tarihlerde herkesin evinde telefon olmadığı zamanlarda bir eve misafir olarak giden kadına, ev sahibinin en son ikramının “Buyurun bir telefon açın” olduğu söylenir.

Bu görgü ile büyüyen Antakyalıların binalar yıkıldı diye bu alışkanlıklarından vazgeçeceği mi düşünülüyor?

Bir Antakyalının evinde, akşam yemeği değil öğlen yemeği daha önemli bir yer tutar. Yemekler öğlen için hazırlanır, kalan yemekler akşama yenir. Çünkü okula giden çocuklar, evin babası ve annesi, hatta varsa çalışan çocuk, öğlen yemeğinde buluşurlar evde.

En önemli ayrıntı da yemekte ne yenilecek ise hepsi servis tabakları ile masada yer alır. Yani evin annesi ikide bir masadan kalkıp yemek servisi yapmaz. Aile hep birlikte oturur masaya. Misafir geldiğinde de usul aynı. Çeşit ve sunum şekli biraz daha farklı olur sadece.

Ev sahibi mutlaka ve mutlaka kendi elleriyle servis yapar misafirine. Gelir düzeyleri, dinleri, mezhepleri farklı olsa da yemek ritüeli budur Antakya’da.

Ben Antakyalı olmadığım halde bu usulü çok benimsedim, masamı hep böyle hazırlarım. Şimdi şehirde yollar yarıldı diye Antakyalı vazgeçecek mi bu alışkanlığından sizce?

Antakyalı iyi gününde yalnız bırakmaz eşini dostunu. Yeni evlenen bir çift ya da dünyaya yeni gelen bir bebek veya okul mezuniyeti için “tebrik” alınır evde. Hele ki gelin tebriği ise bu, gelin gelinliği ile oturur 3 gün boyunca.

Tebriğe gidenler hediyesini götürür, ev sahibi de bol bol ikram yapar. “Ay ne zahmetli iş” diye düşünmeyin ikramların çoğu tebriğe gelenlerin evinde hazırlayıp getirdikleridir. Konu komşunun eşin dostun elinde getirdiği ikram ile hazırlanan masayı unutmak mümkün mü şimdi?

Acı gününde de bir araya gelir Antakyalı. Cemaatlere göre ritüeller değişse de saygı hep önceliklidir. Aleviler mesela saat ile alırlar taziyelerini evlerinde. Taziye evinde sürekli dua okunur, hoca ara verdiği zaman giriş çıkış yapılır taziye yerine.Cemevi yoktur bizde.Çünkü Antakya Alevi’si, Nusayri Alevi’sidir.Anadolu Alevi’sinden farklıdır ibadet şekilleri.

Hristiyan dostlarımız kilisede alırlar taziyelerini. Sessizce beklersin sana ikram edilecek kahveyi, kahven bitince de yan yana oturan aile fertlerine başsağlığı dileyerek yine sessizce ayrılırsın o mekandan.

Sünniler, saat vermezler gelmek isteyenlere. Her saat gidilebilir taziye için. Eş-dost sıraya girer o evde yenilecek yemek ikramı için. Bu acı zamanlarda bu ritüellerin hiçbiri yapılamıyor maalesef, ama unutulur mu sizce bu adetler?

Kilisede besmele çeken de vardır, mum yakan da. Cenaze töreninde dua eden de vardır, arya söyleyen de. Garip gelebilir ama biz böyleyiz işte.

Yılda en az 60 bayram kutlanır Antakya’da. Alevi’si, Sünni’si, Hristiyan’ı, Yahudi’si. Herkes ayrı ayrı ama birlikte kutlar bayramlarını.

Hristiyanların Paskalya Bayramı’nda boyadıkları yumurtalar hepimizin evinde olur o tarihlerde. Komşularımız gönderir çünkü.

Ramazan Bayramı’nda yapılan kömbenin (özel tatlı bir çörek) kokusu unutulacak mı sizce bu deprem ile birlikte?

Pohur vardır mesela Antakya’da. Adaçayına benzeyen bir bitki pohur. Kabukları tütsü gibi yakılır. Nazara iyi geldiğine inanırız biz. Ne olacak yani şimdi Antakya yıkıldı diye pohur yakmayacak mıyız?

Evet Antakya’nın binaları yıkıldı, yolları yarıldı, ağaçları devrildi. O binalarda yaşayan canlarımız hayatını kaybetti. Ama Antakya yok olmadı, zaten olamaz. Antakya’nın üstünde yıkılan tarihi binalardan daha fazlası şehrin altında yer alıyor, bunu herkes biliyor.

Antakya’nın neresini kazsanız tarih çıkardı. Ve hep söylenen şuydu; “Alttaki şehri çıkartmak için, buraların tamamen istimlak edilmesi ve yıkılması gerekiyor ama bu mümkün değil”.

İşte tam zamanı. Madem şehrin üstü yıkıldı, şehrin altını ortaya çıkartmak ve Antakya’yı yeniden ayağa kaldırmak gerekiyor. “Antakya yok oldu” söylemleri Antakyalılara, Antakya severlere iyi gelmiyor.

Biz biliyoruz ki Antakya’nın sadece zamana ihtiyacı var. Üstelik Antakya ne kadar kısa sürede toparlanırsa Hatay o kadar kısa sürede ayağa kalkar.

Antakya sadece yıkıldı, yok olmadı.”

Antakya bir kentsel müşterek olarak tarihsel, toplumsal ve siyasal bir bağlamda anlaşılmalıdır. Antakya bir kent olmanın dışında,  ekonomilerin, demografilerin, bölgelerin, ekosistemlerin, kültürlerin, devletlerin iç içe geçtiği bir siyasal pratiktir. Kent tam da bu eksende katmanlar haline kurulmuştur. Kent sadece bir kentsel hizmetler veya konut stoğu değildir. Hatta kente bir konut stoğu olarak yaklaşmak, onu oluşturan toplumsal, tarihsel ve siyasal ilişkileri görünmez kılar. Yapıları ve toplulukları anlamamızı zorlaştırır. Tam da bu nedenle bugün Antakya’nın yeniden kurulması, kuşaklararası bilgiyi ve kültürü taşıyan insanları, bunların örgütlenmelerini mekanla bağlarını koparmadan bölgede aşısının tutmasını sağlayacak kentsel kamusal hizmetlerin sürdürlebilirliğine ağırlık vermek gerekir. Topluluklar ve kuşaklar arasında kentsel deneyimlerin aktarılması için yaşlı ve genç kuşakların bir arada olacağı kentsel kamusal mekanlar şehrin belleğinin toplumsal bir pratik olarak diriltilmesi için elzemdir. 

Esnekleştirilen planlama ile kentsel kamusal alanları nerdeyse toplanma alanlarına ve yeşil alanlara indirgeyerek, öncelikli ihtiyacın konut olduğunu imleyen bu bakış açısında. Hastaneler, eğitim alanları, oyun alanları gibi pek çok kamusal alan kamusallık bakış açısından dışlanmaktadır.  Bu küresel kent bakış açısı kenti bir mekana indirgiyor. 

Bu bakış açısında kent hem mekan, hem zaman hem de bir toplumsal ilişki olarak kavramaktan uzaktır ve teknisyen ürbanist perspektifi hakimdir. Siyasetin konusunu kent için yapı üretmeye indirgenmektedir. Meta ilişkilerini üretmek, kenti bir fabrikaya dönüştüren bu perspektif aynı zamanda post sanayi olarak beden siyasetini aktifleştirmektedir. Bu nedenle de kentteki kültürü korumak için siyasal yetkiyi merkezileştirecek bir özel yönetim sistemi önerirler. Kimi müelliflerin özel imar yönetmeliği yapacaklarına dair vurguları da bu gerçekten beslenir.

Oysa amaç Antakya kent kültürüni korumaksa,  kentsel kamusal hizmetleri önce yeniden kurmak ve toparlanmak için kente ve kentliye zaman tanımak gerekir. Kent master planında, tasarımında ve kurgusunda zaman ölçütü olmadığında, kent iki boyutlu bir forma dönüşür. Ancak kent, insanın emeği ile dolayımlandığı bir siyasal ilişki olduğu kadar, aynı zamanda tarihsel ve toplumsal süreçlerle tanımlanmış bir zaman ve mekandır. Bu bağlamda kent bir dil, bir hukuk, bir pratik olarak hem doğayla kurduğumuz ilişkiyi hem de tarihle kurduğumuz pratikleri yansıtır. Bu çok katmanlı süreçlerin taşıyıcısı da deneyimi kuşaktan kuşağa aktararak kentsel müşterekleri bir hukuk haline getiren toplumsal adet ve örflerdir. Yazılı olmayan bu hukuk kuralları, normatif olanı belirleyen, kimi zaman bir yaşam kültürü olarak beliren ama esasında kentin Anayasası olan hukuk kurallarıdır. Bu kuralların bir çokkültürlülük, dayanışma, eşitlik ve adalet olarak kendini yaşam içinde açığa çıkarttığını yaşam pratikleri içinde deneyimlemek mümkündür. İşte bu kentsel müşterekler, Antakya şehrinin kurucu pratikleridir. Bu pratikler olmadan şehir yaşamı, hukuku olmaz.  

Bu nedenle de kentsel müşterekleri esas alan işlevsel bir analiz yerine normatif ve yapısal çözümler ile kentin yeniden üretimini mümkün kılmayı uman bakış açısı tıpkı riskli alan uygulaması ile Antakya şehrinin yeniden kurulabileceğini sanabilir. Bu bakış açısının insan ilişkileri boyutuna veya uygulama ölçeğinde dinamik kentsel yeniden üretim pratiklerine inememesinin nedeni de karar verici grubun tekelleştirilmemiş olması değil; bu kentin kuruluşunın tekil yönetim biçimine ve karar vericilerinin iradesine aşırı önem vermesidir.   Kentin yeniden üretiminde yerel kentsel dinamiklerden azade tutulması ve kentin kuruluşunun merkezi karar vericilere indirgenmesi Antakya kentinin ortadan kaldırılmasıdır.  

Bu bağlamda riskli alan kararı ile kadim Antakya’nın değil bir postkapital şehrin kapısı aralınır.  Antakyalı akademisyen ve araştırmacı Hakan Mertcan, Nehna internet sayfasında yayımlanan yazısında, (hakan mertcan,  https://nehna.org/antakyada-zarar-goren-tarihi-mekanlar-yaralanan-kulturel-miras/) şu anda riskli alan ilan edilen bölgedeki tarihsel mekanların nasıl onarılacağını işaret eder. Bu yazıdan anlaşılacağı üzere, kent tarihi salt mekanlar değil, zaman ve ilişkilerdir. Bu nedenle de kentin mirasının korunması için sadece plana, kuma, çakıla ve çimentoya değil; zamana ve kuşaklar arası ilişkiye de ihtiyaç vardır. kuşaklar arası adaletin, toplumsal hakikatin ve bilgeliğin aktarılarak kentin bir deneyim olarak kurulması için bu bir zorunluluktur. 

Mertcan yazısında, Şehrin merkezindeki Kurtuluş Caddesi ve çevresi enkaz alanına dönüştü. 7. yüzyılda Müslümanların kenti ele geçirmesinden sonra inşa edilen ve Anadolu’nun ilk camilerinden biri olarak kabul edilen Habib-i Neccar Camisi’nin kubbesi çöktü, duvarları yıkıldı. Bu mekan, İsa’nın öğretilerini yaymak için Antakya’ya gelen havarilerinden Yahya ve Yunus’un tebliğlerini ilk benimseyen kişi kabul edilen Habib Neccar’a ait olduğuna inanılan mezarın da ev sahibi olması nedeniyle Müslümanlar için olduğu kadar Hıristiyanlar için de önemli bir yerdir.[i] Tarihi Sarımiye Camisi de depremin yıkıcı etkisinden nasibini aldı, Antakya fotoğraflarının vazgeçilmezi olan minaresi yıkıldı. Yine aynı yerde yer alan tarihi Sinagog ve Katolik Kilisesi de zarar gördü. Kurtuluş Caddesi’nin önemli mekanlarından olan ve 1910’lardan günümüze gelen Affan Kahvesi’nin de ağır yaralandığını not etmek gerekir.

16. yüzyılda Memlükler tarafından inşa edilen Ulu Cami de tamamen yıkıldı.[ii] Depremde yıkılan binalardan biri de Antakya Protestan Kilisesi oldu. 1920’lerde yapılan, Fransızlar döneminde elçilik ve banka olarak hizmet gören bina,2000 yılında resmen Protestan Kilisesi olarak kabul edilmişti.[iii] Tarihi niteliğe sahip olan Antakya Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi de büyük ölçüde yıkıldı.[iv] Kilise Vakfı Başkanı Fadi Hurigil, açıklamasında Antik Çağ’ın 3 büyük metropolünden biri olan Antakya’nın, küllerinden yeniden doğacağını belirterek, “Çan düştü, ezan sustu, hazzan göçük altında” dedi.[v]  Merkezdeki inanç mekanlarının yanı sıra, “canım içi” eski Antakya evleri, sokakları ve birçok tarihi yapı yerle bir oldu. Örneğin, Fransız mimar Leon Benju tarafından 1927 yılında, şehrin kalbi denilebilecek Köprübaşı’nda inşa edilen ve 1938-1939’da Hatay Devleti’nin meclis binası olarak kullanılan yapı yıkıldı. 1928 yılında yapılan Hatay Valilik binası, 20 Şubat’taki depremde çöktü. Yaklaşık bir asırlık ömürleri olan Antakya Postane Binası, Antakya Lisesi, Eski Belediye Binası ve Hatay El Sanatları Teşhir ve Satış Merkezi’nin tarihi binası da hasar gördü.[vi] Merkez dışındaki bölgelerdeki büyük yıkım içinde çeşitli mabetleri görüyoruz.  Samandağ’daki Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi ve Aziz İlyas Rum Ortodoks Kilisesi de hasar gören yapılar arasında yer alıyor. Vakıflı Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi 20 Şubat’taki depremde hasar aldı. Mar Tekla Kilisesi ise hafif sıyrıklarla kurtulmayı başardı. 1900 başlarında yapılan ve bölgenin önemli kutsal mekânlarında olan Batıayaz Ermeni Kilisesi’nin durumunun iyi olması, yine Samandağ denilince akla ilk gelen mekanlardan biri olan ve özellikle Aleviler için büyük önem taşıyan tarihi Hıdır (Hızır) Makamı’nın da sağlam olması bunca acı içerisinde rahatlatıcı haberlerden.[vii] 1830’larda yapılan, uzun zamandır cemaati olmayan ve bakımsız halde bulunan Kırıkhan Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi, 6 Şubat depremlerinde tamamen yıkıldı. Harbiye’deki Şeyh Yusuf el Hekim Ziyareti ve Şeyh Derviş Ziyareti ise 6 Şubat’taki depremleri atlatıp 20 Şubat depremlerinde az da olsa hasar alan yapılar arasında. Altınözü’nün Tokaçlı köyünde bulunan ve tarihi yaklaşık 700 yıllık olduğu tahmin edilen Meryem Ana Ortodoks Kilisesi de yıkıldı. Yine, Altınözü’nün Sarılar Mahallesi’nde bulunan ve tarihinin 14. yüzyıla kadar uzandığı belirtilen Aziz Georgios Rum Ortodoks Kilisesi de ciddi hasar gördü.[viii] 16. yüzyılda inşa edildiği ifade edilen İskenderun Mar Circos (Aziz Corc) Kilisesi’nde, İskenderun Karasun Manuk Ermeni Kilisesi’nde ve İskenderun Süryani Katolik Kilisesi’nde ciddi hasarlar meydana gelirken, 1870’lerin başında kurulan İskenderun Aziz Nikola Rum Ortodoks Kilisesi ve yaklaşık 150 yıllık tarihi olan İskenderun Latin Katolik Kilisesi büyük ölçüde yıkıldı. Arsuz’daki 500 yılı aşkın bir tarihi olduğu belirtilen Mar Yuhanna Rum Ortodoks Kilisesi de maalesef tamamen yıkılan yerlerden biri.[ix]

Hıristiyanlığın en eski kutsal mekanlarında biri olan ve 1963 yılında Papa VI. Paul tarafından “Hac yeri” olarak ilân edilen Antakya’daki St. Pierre Kilisesi de depremden etkilenen yerler arasında.[x] Dünyanın en eski mağara kilisesi olarak kabul edilen St. Pierre Kilisesi’nin sadece istinat duvarının çökmüş olması küçük bir teselli veriyor.” diyordu. 

Bu tarihsel yapıların, binlerce yıla yayılmış ilişkinin ve zamanın derlenip toparlanması için ihtiyacımız olan en son şey hızdır. İhitayaç duyulan ilk şeyse kentsel kamusal hizmetlerdir. Oysa kentte konut stoğunu esas alan, kentin zamanına uygun olmayan bir kararla dönüşüm planlamak Antakya’yı geri dönülmez bir biçimde moloz yığını haline getirecektir. Kentin hafızasında açılacak boşluklar tıpkı bir demans hastası gibi insan uygarlığının belleğinin yeniden üretimini geri dönülmez bir biçimde imha edecektir. Bu anlamda da artık bir riskten değil bir yıkımdan bahsediyoruz. Bu yıkım gerçeği, belli bir süre toparlanacak sosyal, psikolojik ve hukuki destek süreçlerine ihtiyaç duyar. Şehir canlı ve yaşayan bir ilişkiler ağıdır. Bu ilişkilleri mekanik olarak hızlandırmak mümkün değildir. Bu yıkıntıların dağılmasına yol açar. 

Mertcan ne diyordu, “Eşsiz kentlerden biri yıkıldı, Asi Gülüşlü bir coğrafya yasa büründü. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olamaz, bizler de! Lakin umutsuz bir karanlığa teslim olamayız. Halen enkazdayız ama yıkıntılar içinden kalkmak zorundayız. Yeniden inşa edeceğimiz sokaklarında acılarımız, anılarımız yanımızda yine asi gülüşlerimizle gezeceğiz! Tekrar çocuklarımızın neşeli bağırışları kol gezecek parklarında, tekrar haytalı yiyecek sevgililer, mahcup bakışlarla; ihtiyarlarımız sohbete dalacak kökü tarihin derinlerinde yatan ağaçların gölgelerinde, Affan çay uzatacak onlara. Hrisi kazanlarının başlarında heyecan içindeki çocuk sıraları uzayacak, bahhûrlar tütecek. Tekrar tekrar yeşereceğiz.” 

Kentin toplumsal belleğini ve ihtiyaçlarını yansıtan bu yazılar göstermektedir ki kentin maddi ve manevi varlığını koruyarak gelişme hakkının tesisi için kenti, hele Antakya tarihi kent merkezini bir alan olarak kavramak mümkün değildir. Antakya kent merkezi, bir uzamdır. İki boyutlu bir alan değildir. Riskli alan hiç değildir. Afetle yıkılmış, tarih, doğa; mekan, zaman ve toplumsal ilişkidir. 

Bu unsurları sadece alana ve yapıya indirgemek Antakya şehrini hukuk düzeyinde kavrayamamak ve hukuk biçimiyle imha etmek demektir. Bir idari kararda aranacak kamu yararı, ekonomik ve sosyal imkanları, devletin gücü ile orantılı olacak biçimde geliştirmek ve toplumun yeniden yararlanacağı biçimlere dönüştürmektir. Anayasa’nın 65. maddesi ile birlikte devletin kültür ve tabiat varlıklarını koruma ödevi, tarihi kent merkezinin taşıdığı değer gözetildiğinde Anayasa’nın 17., 35. 36. ve 55 ve 56. maddeleriyle birlikte anlamlıdır. Bu kapsamda riskli alan ilanı kararında bir kamu yararı bulunmamaktadır. 

– TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN SINIRLANDIRILMASI VAKIAYA UYGUN HUKUK KURALININ UYGULANMASI VE SINIRLANDIRMANIN KANUNLA DÜZENLENMESİ İLE MÜMKÜNDÜR. YANLIŞ HUKUK KURALININ UYGULANMASI VE KANUNLA SINIRLARI ÇİZİLMEMİŞ BİR BİÇİMDE TEMEL HAKLARIN SINIRLANDIRILMASI YAŞAMA, ADİL YARGILANMA, MÜLKİYET,  ÖZEL VE AİLE HAYATINA SAYGI HAKKININ İHLALİ SONUCUNU DOĞURACAKTIR. 

İdarenin 7.5 şiddetinde depremi öngördüğü, bu konuda stratejik plan ve eylem planı oluşturduğu ve fakat buna uygun işlem ve eylem tesis etmediği yukarıda izah edilmiştir. Bu kamu düzeninin hiç işlemediği, hukuk devletinde belirlilik ilkesine riayet edilmediği koşullarda temel hakların güvencesi sayılan usul kurallarına da uygun davranılmadığı açıklanmıştır. Riskli Alan ilanı kararı, usul olarak deprem sonrasında değil deprem öncesinde uygulanması gereken bir mevzuatın parçası iken, deprem sonrasında bu mevzuatın uygulanması temel hakların ve bu bağlamda usulü hakların da güvence altında olmadığını göstermektedir. Bu nedenle 7269 sayılı Kanun kapsamında vatandaşın maddi ve manevi varlığını bir an önce şehirde tesis etmesi için gerekli koşullar sağlanmamaktadır. Temel yaşam hizmetleri için gerekli insani koşullar temiz hava, su, barınma ve insanca yaşam için gerekli geçim araçlarının vatandaşlara devlet tarafından temin edilmesidir. Binaların yıkılması veya yeniden yapılaşma bu koşullar sağlandıktan sonra gündeme gelmelidir. 

Oysa şehrin temel alt yapısını iyileştirmek için adım atılmamakta, şehirdeki yapılar hızlıca yıkılmakta, bunun sonucunda ortaya çıkan molozlar kontrolsüz bir biçimde yetkili idare olan Çevre Şehircilik Bakanlığı ve Valilik tarafından dönüştürülebilir bir biçimde istiflenmemektedir. Hava, toprak ve su da bu nedenlerle kirlenmeye devam etmektedir. Yerel örgütler, Hatay Baro Kent Çevre Kurulu bu konuda moloz dökümünü engellemek için bir idari dava açmıştır. Ancak, fiili tutum ve idari işleyiş devam etmektedir. Antakya ilinde temiz su bulmak, barınma ihtiyacını gidermek de bu koşullar altında zorken, belki sıralamada en sonlarda yer alacak olan, mevcut yıkıntının nasıl dönüştürüleceği belli değilken, yeni yıkımların planlanması afet sorununun giderimine yönelik bir idari işleyişin sözkonusu olmadığını göstermektedir. Bu nedenle de riskli alan uygulaması ile Antakya’da istenen mülkiyetlerin el değiştirilmesidir. Mevcut riskli alan uygulaması, ne suyun, ne toprağın, ne havanın korunmasına yönelik bir hüküm içermektedir. Riskli alan uygulaması, molozların toplanması ile ilgili Çevre Şehircilik Bakanlığına özel bir yetki de vermemektedir. Çünkü bu konuda Bakanlık AFAD mevzuatı uyarınca zaten tek yetkili idaredir. Bu bağlamda 6306 sayılı Yasaya bağlı olarak riskli alan ilanı kararı, mülk sahipleri açısından temel hakların ihlaline yol açacaktır. 

Çünkü, riskli alan ilanı kararı Danıştay kararlarına (EK 2) ve içtihadına göre (EK 3) sadece dava açanlar yönünden hukuki sonuç doğurmaktadır. Yani riskli alan sınırı içinde olup da riskli alan kararına dava açmamış yapılar için sonradan açılacak davalarda mahkemeler, vatandaşın riski alana dava açmamış olmasını, uygulamalara yönelik zımni bir kabul olarak görmüş ve hatta idarenin riskli yapı raporu almaksızın uygulama yapmasında kamu yararı gören kararlar verilmiştir. Bu doğrultuda, maddi vakıayla ilgili sorunu çözmeyecek bir hukuk kuralının uygulanması ve buna dava açılmaması sonradan ortaya çıkacak hak kayıplarının kabul edildiği anlamına gelmez. Ancak yargı kararları ile bu hak ihlali bir insan hakları sözleşmesinin ihlaline yol açacak bir boyuta kavuşmuştur. Hakkın güvence sistemlerinden biri olan, yargıya erişim hakkının yargı yerlerince kapatılmasına yol açacak bir uygulama süreci pek çok AHİM dosyasına muhatap bir kentsel süreci beraberinde getirecektir. Bu nedenle yukarda andığımız gerekçelerle, hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında Anayasal ve uluslararası ilkeleri ihlal eden bu riskli alan kararının iptali gerekir. 

SONUÇ

Depremzedeler ve Antakya halkı yaşadığı ağır sorunlar içinde riskli alan kararına muhatap kılınmıştır. Bu karara karşı yasal süreler içinde davalar açılmalıdır.  Depremle ilgili davalar harçtan muaf olacaktır. Riskli alan kararları ekteki yargı kararlarından anlaşılacağı üzere sadece davacıları yönünden sonuç doğurmaktadır. Bu nedenle de riskli alan içinde kalan hukuka aykırı bu karar hakkında  tüm hak sahiplerinin dava açması gerekir. 1.5.2023

EKLER: 

EK 1: RİSKLİ ALAN İLANI KARARI (5.4.2023 günlü resmi gazete) 

EK 2: Danıştay İçtihadı ( Danıştay 14. Daire,  2014/285 E, 2016/971 K, 17.2.2016)

EK 3: Danıştay iddk içtihadı (2016/2663 E,  2016/2714 K, 20.10.2016 )


Kent ve Çevre Davalarında İvedi Yargılama Usulü

Anayasa’nın 2010 yılında değiştirilmesiyle idari yargılama sistemine overlok çekmeye yönelik yasama faaliyetlerine bir yenisi eklendi. 28 Haziran 2014 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan 6545 sayılı “Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile özellikle kent ve çevre davaları için yeni bir sürecin başladığını söylemek mümkün. Bu Kanun’un 18. maddesinde yapılan düzenlemeyle,  2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 20. maddesinden sonra gelmek üzere  20/A maddesiyle “İvedi  Yargılama Usulü” şeklinde istisna bir usul düzenlemesi getirildi.

İvedi Yargılama Usulüne Hangi İşlemler Tabi ?

İhaleden yasaklama kararları hariç ihale işlemleri, Acele kamulaştırma işlemleri, Özelleştirme Yüksek Kurulu kararları, Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca yapılan satış, tahsis ve kiralama işlemleri, Çevre Kanunu uyarınca, idari yaptırım kararları hariç çevresel etki değerlendirmesi sonucu alınan kararlar,  Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun uyarınca alınan Bakanlar Kurulu kararları ivedi yargılama usulüne tabi tutuldu.

Çevresel etki değerlendirme sürecine tabi projelerden çed olumlu veya çed gerekli değildir kararları kamuoyunda sıkça gündeme gelen pek çok kent ve çevre davasına beşiklik eden idari işlemler. Bu işlemler arasında önümüzdeki günler için hemen dikkat kesilecek pek çok çimento, inşaat, enerji projesi bulunuyor. Özellikle Akkuyu nükleer santral projesi ve Bartın’da yapılması düşünülen termik santraliyle ilgili ÇED süreçleri devam ediyor. Bu projelerle ilgili ÇED olumlu kararı verilirse,  karar hakkında açılacak davalar “ivedi yargılama usulüne” tabi olacak.

İvedi yargılama usulüne tabi tutulan bir diğer önemli Kanun’da 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun. Bu kanun uyarınca Bakanlar Kurulu’nun  “riskli alan” ilanına yönelik kararları da “ivedi yargılama usulüne” tabi olacak. Ancak, 6306 sayılı Kanun uyarınca ilan edilen “rezerv yapı alanı” ve “riskli yapı” kararları Bakanlar Kurulu kararıyla alınmadığı için ivedi yargılama usulü geçerli olmayacak.

İvedi Yargılama Usulü Ne Getiriyor?

Dava Açma Süresi Kısaltılıyor

İvedi yargılama usulünde gelen en önemli yenilik, kent ve çevre davalarının dava açma, davaya cevap, temyiz ve yargılama sürecindeki sürelerin kısaltılmasıyla ilgili getirilen kurallar. İvedi yargılama usulüne tabi kararlara karşı dava açma süresi,  otuz  gün olarak öngörülmüş. İdari davaya konu işlemlerde genel dava açma süresi atmış gün iken, ivedi yargılamaya tabi işlemlerde süre otuz güne düşürülmüş.

Üst Makama Başvuru Yolu Kapatılıyor

İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili yurttaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecek.  Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş.  Bu düzenlemeyle, yurttaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılıyor. Bu açık hukuka aykırılık, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açabilecek olsa da yurttaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecek. Koordinat hatası yapılarak, acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi yurttaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacak.  Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecek.

Yargılama Süreci Adil Yargılanma Hakkını İhlal Ediyor

Bu düzenlemenin olumlu sonuç doğurup doğurmayacağını uygulama gösterecek ancak kent ve çevre konulu davalarda idare mahkemelerinin ve Danıştay’ın iş yükü gözetildiğinde bu sürelerin nasıl işleyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Mahkemeler önlerine gelen dosyayla ilgili yedi gün içinde ilk incelemeyi yapacak ve dava dilekçesi ile eklerini karşı tarafa tebliğe çıkartacak.

Dava dilekçesini ve eklerini alan taraf, dava dilekçesini aldığı tarihten itibaren on beş gün içinde yanıt vermek zorunda. Bu süre, ivedi yargılamaya tabi işlemler dışında otuz gün olarak devam edecek.  Ancak bu süre bir defaya mahsus olmak üzere on beş gün uzatılabilecek.  Davalı cevap verdikten sonra dosya karar aşamasına gelmiş olacağı da ayrıca düzenlenmiş. Oysaki, davalının savunması  ardından dava açanların cevap vermesi ve bu cevaba karşı davalının da yeni bir savunma yazması genel kuralı  ivedi yargılama usulünden kaldırılmış durumda. O halde ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı da sınırlandırılmış.

Yürütmenin Durdurulması Kararlarına İtiraz Yolu Kapatılıyor

İdarenin işlemleri nedeniyle telafisi güç ve imkânsız zararların doğmamasına yönelik “yürütmenin durdurulması “ müessesi biraz daha daraltılıyor. 1982 Anayasası’nda telafisi güç ve imkânsız zararlar doğmasına yönelik idari işlemlerin hukuka aykırılığının tespitinde “açıkça hukuka aykırı olması kuralını getiren” yönetsel akıl, 2012 yılında idarenin savunması alınmadan yürütmenin durdurulması kararı verilemeyeceğini Kanun maddesi haline getirmişti. Bu düzenlemede uygulanmakla etkisi tükenecek idari işlemler için, idarenin savunması alınıncaya kadar yürütmenin durdurulması kararı verilebileceği de hüküm altına alınmıştı. Bu düzenlemelerle birlikte ivedi yargılama süreci için getirilen özel hükümle, yürütmenin durdurulması konusunda mahkemenin vereceği karara karşı itiraz edilemeyecek.    2012 yılından sonraki değişiklikle idare mahkemeleri, yurttaşların işlemlerden zarar görmesini engellemek için savunma alınıncaya kadar yürütmenin durdurulmasına karar verme konusunda daha güçlü bir eğilim içine girmişlerdi. Bu değişikliğin de yurttaşlara zarar vermemesi için idarenin işlemleriyle ilgili savunma aldıktan sonra, telafisi güç ve imkansız zararlar ve açık hukuka aykırılık bulunduğuna yönelik dava dilekçelerinin daha etkili hazırlanması gerekecek.

Açılan Davaların İvedi Karara Bağlanması 

İvedi yargılama usulüne tabi davalarda,  dosyanın tekemmülünden itibaren en geç bir ay içinde karara bağlanacak. Ara kararı verilmesi, keşif, bilirkişi incelemesi ya da duruşma yapılması gibi işlemlerin de ivedilikle sonuçlandırılması gerekecek.

Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını şimdiden söylemek mümkün. İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi mümkün.  Hak ihlallerinin mülkiyet ve yaşama hakkı ihlallerini de beraberinde getirmesi mevcut idari yargılama kapasitesi içinde kaçınılmaz olacaktır.

Kararların Temyizi

İvedi yargılama usulüne tabi işlemler hakkında verilen nihai kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde temyiz yoluna başvurulabilecek.  Bu kararların temyiz dilekçeleri üç gün içinde temyiz mercii tarafından incelenecek ve karşı tarafa tebliğe çıkartılacak. Temyiz dilekçelerine cevap verme süresi ise on beş gün olarak sınırlandırılmış.

Danıştay evrak üzerinde yaptığı inceleme sonunda, maddi vakıalar hakkında edinilen bilgiyi yeterli görürse veya temyiz sadece hukuki noktalara ilişkin ise yahut temyiz olunan karardaki maddi yanlışlıkların düzeltilmesi mümkün ise işin esası hakkında karar verecek. Aksi hâlde gerekli inceleme ve tahkikatı kendisi yaparak esas hakkında yeniden karar verecek.  Ancak, ilk inceleme üzerine verilen kararlara karşı yapılan temyizi haklı bulduğu hâllerde kararı bozmakla birlikte dosyayı geri gönderecek. Bu düzenlemeyle Danıştay, idare mahkemelerinin yerine geçerek maddi vakıayla ilgili nihai karar verebilecek.  Örneğin bir ÇED olumlu kararında idare mahkemesi işlemin iptaline karar verirse;  bu kararla ilgili yapılan temyizin Danıştay tarafından incelenmesi sonrasında, dosyadaki bilgi veya belgeleri yeterli görerek iptal kararının doğru olmadığına karar verip, davayı reddedebilecek. Bu durumda dosya idare mahkemesine yeniden  gitmeyecek.

Çünkü, Temyiz edilen dosyalarda verilen kararların kesin olacağı da ayrıca düzenlenmiş. Danıştay, temyiz istemini en geç iki ay içinde karara bağlayacak ve karar en geç bir ay içinde tebliğe çıkarılacak.

Anayasa’ya Aykırılık Sorunu Gündemde

Anayasa’nın 125. maddesine göre idarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkün. Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği  Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini taşıdığı önümüzdeki günlerde daha sık gündeme gelecektir. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle  yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkün. Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının,  özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği  anlayışı çerçevesinde  “ ivedi yargılama usulünün”  Anayasa Mahkemesi’ne taşınması gerekecektir.  Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda dile getirilmelidir.


İvedi Yargılama Usulü Sürecinde Kent ve Çevre Mücadeleleri Ne Yapacak ?

Bergama altın madenine karşı açılan davalar sonrasında “yargı kararlarının uygulanmaması” yürütmenin genel geçer bir uygulaması haline dönüşmüştü.  Buna karşın yargı yerleri ısrarlı bir biçimde çevrenin korunmasına yönelik açılan davalarda yurttaşlar lehine kararlar vermeye devam etti.  Yürütme ise “kalkınma ve büyüme” ekseni önünde yargısal denetimi engel olarak görmeye devam etti.  Yurttaşların, kent ve çevre örgütlerinin karar alma süreçlerini katılmasını engellemek için 2010 yılında malum Anayasa değişikliğini yaptı. Bu değişiklikle, yargı yerlerinin, idarenin takdir hakkını engelleyecek biçimde karar veremeyeceği Anayasa’ya konuldu. Belli ki yasama organında evet oyu kullananlar ve bu Anayasa değişikliğinin ortağı “yetmez ama evet” çevresi,  idarenin yaşama, çevre, sağlık, kent hakları ihlaline yönelik “takdir hakkını” sınırlandıracak bir yargı istemiyordu. Bu değişiklik sonrasında HSYK yapısında değişiklik oldu. AKP ve çevresi bugün başlarına bela gördükleri bu değişiklikleri can hıraş savundu. Sonra Danıştay yapısı değişti. Zamanın Danıştay Başkanı “yok artık öyle yürütmeyi durdurma kararları” deyiverdi. Bülent Arınç bu Başkan için “Yüce rabbim verdikçe veriyor” dedi. Buna karşın yargı yerleri ve hakimler hukuka uygun davrandıkları yüzlerce kararın altına imza attı. Fakat yürütmenin yargı üzerindeki tam denetimi sonrasında önce meslek odalarının dava açma ehliyeti daraltılmaya başlandı. Baroların açtığı kent ve çevre davaları tek tek reddediliyordu. Bu davayı sizin açmaya yetkiniz yok deniyordu. Sonra TMMOB ve bağlı odalarının dava açma yetkisi budanmaya başlandı. Ardından kent ve çevre alanında faaliyet yürüten dernek ve sendikaların davalarının ehliyet yönünden reddedilmesi süreci gelişti.  Örneğin yıllardır nükleer santraller konusunda idari ve yargısal katılım araçlarını kullanan Ekoloji Kolektifi Derneği’nin Mersin Karaman yüz bin ölçekli imar planı için açtığı iptal davası ehliyet yönünden reddedilmişti. Danıştay’ın daireleri arasında birlik olmasa da ilgili örgütlerin ve yurttaşların dava açma ehliyeti daraltılıyordu. Bir altın madeni için verilen Çed olumlu kararının iptali davasında, davacıların bölgede mülkünün olup olmadığını, bölgede ikametgâhlarının bulunup bulunmadığını mahkeme davacılara sorar olmuştu. Oysaki çevre ve kent davalarında davacının menfaatinin olabildiğince geniş yorumlanacağı bir içtihat haline gelmişti. Bu içtihat kırılıyordu.

Bunun üzerine yurttaşlar ve ilgili örgütlenmeler, sorunu yaşayan alanlarda daha etkin bir biçimde olmak gerektiğini, sorunun doğrudan muhatapları ağırlıklı davalar açılması gerektiği yönünde bir strateji benimsedi. Her ne kadar bu strateji örgütlülük alanında doğrudan sorunu yaşayanlara yönelmeye dair bir çabayı gündeme getirdiyse de bu strateji aynı zamanda nükleer santral, termik, gdo gibi tüm toplumu ilgilendiren küresel iklim değişikliğine, suyun, toprağın yok olmasına yol açan sorunlarda sorunun ölçeğini hukuki manada daraltan bir bakış açısını da doğurdu. Hukuki olarak davanın devam edebilmesine yönelik bu strateji toplumsal bakış açısının daralmasına yol açtı. Ancak bu durum bir şeyi daha gösterdi, madem hukuk mücadelesi yoluyla toplumsal sorunlar çözülemez, o halde bu iddiayı sahiplenen öznelere sonsuz bir kapı açılmıştı. Ancak, bu kapıdan hala geçmiş ve başarılı birleşik bir mücadele örgütleyebilmiş özneler çıkmadı.

Diğer yandan ise davalar, dava açma süresi yönünden reddedilmeye başlanıyordu. Artvin’in bir köyünde,  köyüne gelen kamyonlarla, deresinin üzerine HES yapılacağını öğrenen ve bu tarihte davayı açmak isteyen yurttaşlara, “ilgili şirket izinlerini altı ay önce almış, dava açma süresini kaçırdınız” demeye başladı, yargı yerleri.  Bu durum, idarelerin yurttaşlardan daha fazla bilgi veya belge saklamasına yol açtı. Bilgi edinme hakkı, dilekçe hakkı işlevsizleşiyordu. Yurttaş bilgi veya belgeyi nasıl alacağını daha etkin şekilde öğrenmek zorunda bırakıldı. Devlet eliyle başka türlü bir modernleşme gerçekleşiyordu. Kimileri için yurttaşlar böylece yaşadıkları yerdeki gelişmeleri şirketler gibi yakından takip edecek ve ilgili bilgi veya belgeleri zamanında toplamayı öğrenecekti. Ancak, bu görüş fazla profesyonel ve iyimser kaldı. Yatırımcıların aldığı izinlerin zamanında öğrenmesi gerektiğine yönelik temenni, temenni olarak kaldı. Çok sınırlı örgütlülük bu süreçte yatırımcı firmaları sıkı bir biçimde takip etti. Gerze, Karabiga, Bartın, Zonguldak termik karşıtı mücadeleler bu açıdan örnek bir takip süreci gösterdi. Ancak çevresel ve kentsel sorunlardan etkilenen pek çok yer, yatırımcıların faaliyetlerini takip edemedi. Özellikle acele kamulaştırma kararlarını öğrenmek için her yurttaşın resmi gazete takip edeceğini beklemek fazla iyimserdi. Ya da riskli alan kararlarını yurttaşların gün ve gün takip edebileceklerini ummak pek mümkün değildi. Buna karşın, özellikle İstanbul’da riskli alan konusunda etkin takip sistemleri gelişti. Ama orası İstanbul’du ve öyle olması da beklenirdi. Peki ya İzmir, Ankara ve diğerleri; bunlar için pek olumlu şeyler söylemek mümkün olamayacaktı. Süreçleri takip eden kent ve çevre örgütlerinin etkisiyle yurttaşlar acele kamulaştırma, riskli alan, kıyı yağması veya çed olumlu, çed gerekli değildir kararı hakkında bilgilendirilebiliyordu. Fakat Türkiye’de bu konuda etkin bir denetim görevi gören çok sınırlı örgütlenmeler olduğunu da unutmamak gerekirdi.

Bu süreç sınırlı bir insan kadrosunun mütevazı ve yoğun çabasıyla  gelişirken bir de ivedi yargılama süreci gündeme geldi. Mevcut örgütsel sorunların daha fazla katmerleşeceğini söylemek mümkün. Aşırı bir pesimist, çelişkilerin derinleşmesinin aynı zamanda hukuka olan güveni de ortadan kaldıracağını ve bu nedenle de insanların kendi hukukunu aramaya başlayacağını söyleyebilir. Ancak memleketin ahval ve şeraiti hakkında biraz malumat sahibi olan bir hukukçu ise hal ve gidiş hakkında idealizme sapmanın tehlikelerini hemen görebilir. Bu nedenle ekoloji ve kent mücadelesinde mevcut örgütlülüğün hali göz önüne alındığında ortaya riskleri ve alınması gereken tedbirleri koymak bir zaruret olarak belirmektedir.

Son beş yıldır dillendirdiğimiz üzere, yurttaşlar ve yurttaş örgütleri yaşadıkları alanlarda devletin ve ilgili idarelerin yapıp ettiklerini, verdikleri izinleri, belediye meclisi kararlarını çok yakından takip etmelidir.  Bu süreçlerde, idarelerin bağlı oldukları mevzuata uygun davranıp davranmadıklarını sıklıkla denetleyecek biçimde bilgi edinme ve dilekçe hakkını kullanmalıdırlar. Belediyeleri’nin meclis kararlarını internet sayfalarından veya doğrudan izlemelidirler. Resmi Gazete’yi takip etmeli ve ara sıra örneğin ayda bir İl Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü’nün askı ilanlarına göz atmalıdır.  Peki bu Fransız Aydınlanması’nın tarif ettiği güzel ve vatansever yurttaş nerede yaşamaktadır ? bu sorunun yanıtını da benim gibiler vermelidir !!

Bu yurttaşların var olmasını temenni olarak beklemek dışında mevcut duyarlı orta sınıfların ve okumuşların acaba bu konuda bir atımlık barutlarını daha etkin kullanmalarını sağlayacak araçlar gelişebilir mi diye düşünmek de mümkündür. Toplumsal mücadele içinde “olmaz olmaz” diye tabi ki bir şey yoktur. Ancak kent ve ekoloji mücadelesinin hukuk ekseni dışında bir eksen kazanabileceğini kestirmeden söylemek için pek bir nedenimiz yoksa da bunun olanaklarının doğmaya başlayacak bir süreçte olduğumuzu söylemek de pek doğal bir amentümüzdür. Ancak bu beklentiyi, yasama ve yürütmenin hukuki zor aygıtlarına katılımı daraltmasına bakarak kurmamalıyız. Çünkü, katılım araçlarının daraltılmasının doğrudan toplumsal örgütlülüğe bir katkısı olmadığı gibi mevcut örgütlülüğün de hızlıca dağılmasına yol açacak sonuçları olabileceğini mücadeleler tarihi göstermiştir.

Pek tabi ki yıllardır dönüşüm içinde olan toplumsal ve sınıfsal dinamikleri, emekten yana inşa etmeye meyledenler açısından zaruret arz eden mesele hala aynıdır: Emekçi kitlelerin yoksullaşma ve sömürüsüyle, doğanın sömürüsünü eş anlı gören bir örgütlülük içinde sürece ve soruna yaklaşan bir bakış açısına dünden daha fazla ihtiyaç vardır. Mevcut hukuk pratiklerinin otomasyona geçmiş gibi hızlanacağı gözetildiğinde, hukukçuların da yeni araçlar geliştirmek zorunda olacağı aşikardır.  Kent ve çevre davalarında yıllardır hukuk eksenli elde edilen kazanımları, toplumsal bir örgütlülüğe tedavül edememiş mevcut örgütsel kriz içinde açılan bu yeni başlık, toplumsal örgütlenmenin yeni biçimlerini yaratmak için bir ivme sağlayabilir. Ama bu ivmenin yaratılabilmesi için mevcut tüm örgütlenmelerin ekoloji ve kent odaklı ortaklıklarını arttırması, elindeki ve avucundakini paylaşırken pragmatik ilişki tarzlarından uzak durması ve örgütsel rekabetçiliğin eleştirisini vererek meydana inmesi gerekecektir. Peki, nerde bu yeni olanı inşaya yüzü dönük örgütlülük diye soracak olan varsa, hemen sorusunu hızlıca sorsun. Bu sorunun yanıtını bulmak için Sinoplu bir bilgeden, ilk elden Diyojenden, yardım isteyebilirsiniz. Ya da örgüt profesyonellerinin ve hukukçuların ağzına daha çok bakmanız gerekecektir.


Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanunun Kapsamında Üretilen Konutların Satışı Devlet İhale Kanunu Hükümlerine Tabi Değildir

5393 sayılı Belediye Kanunu’nun “Arsa ve Konut Üretimi” başlıklı 69. maddesinin 3. fıkrasına göre “Arsalar hariç üretilen konut ve işyerlerinin satışı 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu hükümlerine tâbi değildir.” Buna karşın 5366 sayılı yasa kapsamında sit alanı niteliği taşıyan yenileme alanlarında, tarihi dokunun iyileştirilmesi, geliştirilmesi ve yenilenmesi esastır ve bu dokunun korunması amacına özgü konut üretimi benimsenmiştir. Bu yasanın uygulandığı alanlarda yetkili idarenin amacı konut üretmek değildir. Bu alanlarda üretilen konutlarla ilgili 5366 sayılı Kanun hükümleri uygulanacaktır.
Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nin 34. maddesinde, “Kanuna göre yenileme alanlarında üretilen konut ve işyerlerinin satışı 29/9/2005 tarihli ve 25951 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Belediyelerin Arsa, Konut ve İşyeri Üretimi, Tahsisi, Kiralaması ve Satışına Dair Genel Yönetmelik”e göre yapılır.

Ancak, yenileme alanlarındaki kamu kurum ve kuruluşlarına ait binalarda kiracı olan işyeri sahiplerine yetkili idare tarafından uygun görülen taşınmazların satışında öncelik verilebilir. Aynı iş yerine birden çok talep olması halinde bu kiracılar arasında ihale yapılabilir. Yenileme alanlarından taşınması gereken bu tür kiracılarla yetkili idare anlaşmalar yapılabilir.” denilmektedir.
Belediyelerin Arsa, Konut ve İşyeri Üretimi, Tahsisi, Kiralaması ve Satışına Dair Genel Yönetmelik, Belediye Kanunu’nun 69. maddesine dayalı olarak yayımlanmıştır. 5366 sayılı yasaya göre üretilen konutların satışıyla ilgili de anılan bu genel yönetmeliğe atıf yapıldığı açıktır. Bu durumda, her ne kadar, yenileme alanlarında elde edilen konutlar, Belediye’nin konut üretme amacına yönelik üretilmemişse de bu konutlarla ilgili uygulama yönetmeliğinin 34. maddesiyle, Belediye Kanunu’nun 69. maddesine dayalı olarak yayımlanan konut satışına dair genel yönetmeliğe atıf yapıldığı anlaşılmaktadır.

Anılan yönetmeliğin “Konut ve işyeri satışı” başlıklı 15. maddesine göre de,

“Sosyal konutlar dışındaki konutlar ile işyerlerinin satışı aşağıda belirtilen esaslara göre yapılır:
a) Bedelin tespiti: Satış bedeli, arsa payları dahil olmak üzere kıymet takdir komisyonunca belirlenecek maliyet bedeline en az %5 ilave yapılmak suretiyle belediye encümeni tarafından tespit edilir.
b) İlan: Konut ve işyerlerinin satış şartları, yerleri, büyüklükleri, sayıları, özellikleri, fiyatları, müracaat şekli, son müracaat tarihi ile diğer hususların ilanı 22 nci madde hükümlerine göre yapılır.
c) Teminat: Konut ve işyeri satışlarında teminat alınıp alınmayacağı, alınacaksa miktar veya oranı ilanda belirtilir.
d) Satış: Konut ve işyerleri açık artırma usulüyle satılır. Konut ve işyerleri, encümen tarafından önceden belirlenen fiyat üzerinden satışa sunulur ve ihale en yüksek teklifi veren istekli üzerinde bırakılır. Satışa sunulan konut ve işyerine alıcı çıkmaması halinde, yeniden ihaleye çıkarılmaksızın belirlenmiş olan fiyat üzerinden satış yapmaya belediye encümeni yetkilidir. Satışa sunulup da satılmayan konut ve işyerlerinin fiyatları, her yıl günün şartlarına göre yeniden belirlenir.
e) İndirim: Satışa çıkarıldığı halde alıcısı çıkmayan konutlara en az 30 kişiden oluşan grupların talip olması halinde indirim yapılabilir. Belli faaliyetler için tahsis edilecek işyerlerinde söz konusu meslek mensuplarına öncelik tanınabileceği gibi satış bedeli üzerinden indirim de uygulanabilir. İndirim oranı %25’i geçemeyeceği gibi satış bedeli hiçbir şekilde konut ve işyerleri maliyetinin altında belirlenemez. Bu bent uyarınca kendisine konut satışı yapılan kişi konutu 5 yıl süreyle başkasına satamaz ve devredemez. Bu husus tapu siciline şerh edilir.
f) (Değişik:RG-3/10/2013-28784) Ödeme planı: Konut ve işyeri satışlarında alınacak peşinat tutarı, satış bedelinin %50’sinden az olmamak üzere belirlenir. Kalan miktar en çok 2 yıl içerisinde ve belirlenecek plana göre ödenir. Belediye meclis kararı ile tamirat ve imalat niteliğindeki mesleklerin icrası amacıyla, küçük sanayi siteleri için, belediyelerce yapılan işyerleri, satış bedelinin en az %20’sine kadarı peşin, kalan miktarı ise 10 yıl içerisinde ödenmesi şartıyla satılabilir. Bu bent kapsamında yapılan taksitli satışlar için belediye meclisince belirlenecek vade farkı uygulanır. Borcun zamanında ödenmemesi halinde sözleşme hükümlerine göre hareket edilir. Konut ve işyerlerinin satışında banka kredisi ve diğer finansman araçlarından yararlanılabilir.” denilmektedir.

Bu anlamda, 5366 sayılı yasa kapsamında üretilen konutlar açısından da devlet ihale kanunu hükümlerinin uygulanamayacağını söylemek gerekir.


Biyogüvenlik Kanunu Yayımlandı, Şimdi Sırada Ne Var?

Meclis gündemine gelinceye kadar, yedi yıl boyunca hazırlıkları devam etti. Üç farklı biyogüvenlik kanun taslağı çıktı kamuoyuna, sonra da sessizce  kayboldu bu taslaklar. Ama Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde sonunda meclisten bir kanun geçti. Kimileri için bir zafer kimileri için üzüntü kaynağı.

Resmi Gazete’de 26.3. 2010’da (bugün) yayımlanan 5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu’na göre, Türkiye’de gdolu bitki ve hayvan üretimine izin verilmeyecek. Bu düzenleme, son yıllarda Türkiye’de yürütülen gdo karşıtı mücadelenin bir başarısı olarak yorumlanabilir. Ancak kanun, gdolu gıdaların ithalatını, izne tabi olacak biçimde, serbest bırakıyor. Özellikle yem ve gıda olarak ülkeye giren gdolu ürünlerden hem üreticinin hem de tüketicinin nasıl korunacağı belirsizliğini korumaya devam ediyor. Yem olarak giren gdolu ürünlerin, tohum olarak kullanımı nasıl engellenecek, belli değil.

Bu ürünlerin ülkeye girişi, nakli, transferi için yapılacak başvuruları  ise Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na bağlı Biyogüvenlik Kurulu değerlendirecek. Kurul, uygun gördüğü taktirde, bu ürünlerin ülkeye gıda ve yem amaçlı olarak girişine olanak tanıyacak. Kurulda üretici ve tüketici örgütlerinin temsilcileri yer almayacak. Biyogüvenlik kurulu altında ürünlerin sosyo ekonomik ve ekolojik etkilerini değerlendirecek komiteler oluşturulacak. Komitelerin kararları gizli bilgi kapsamında değerlendirilecek. Bu bağlamda, kurulun karalarının dayanağını öğrenmenin yolu kapatılacak. Bu kararları öğrenmenin tek yolu ise yargısal denetim ile alınan kararlara katılım. Kısacası kararlara idari dava açmak gerekecek. Oysa pek ala bu kararlar, demokratik bir biçimde kamuoyu ile paylaşılabilirdi. Bu bilgilerin gizli bilgi olması, toplum sağlına ve doğanın geleceğine yönelik bu kadar önemli karaların sır niteliğinde olması, yaşama hakkının doğrudan ihlali niteliğinde görülebilir. Bu ve ithalata ilişkin düzenlemeler de bu bağlamda Anayasa’ya aykırılık konusu olabilecektir.

 Diğer yandan, Ekoloji Kolektifi’nin üzerinde durduğu diğer bir husus ise, bu ürünlerden zarara uğranıldığının ispatının tüketici ve üreticiler üzerinde bırakılmasının yaratacağı sorunlardı. Bu ürünlerden doğan zararları ispat etmekle yasa yine zarar göreni sorumlu tutuyor. Oysa ki bu ürünlerin zarar vermediğini, bu ürünleri ihal eden, dağıtan, satan şirketler ispatlamalıdır. Bu ürünleri ithal edenler kusursuz sorumluluk hükümlerine tabi olmalıdırlar. Ama yasa, bu ürünlerden kaynaklı, alerjik bir reaksiyon ya da daha farklı bir sağlık sorunu yaşayan kişilerin,  iddialarını ispat etmekle sorumlu tutuyor.  Neyse ki GDO ve ürünlerinin bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaklanıyor. Şükretmeyi öğrenmek lazım; değil mi!!

Ama, bir belge var ki onu da yakında açıklayacak  ekoloji kolektifi, tam bir dehşet tablosu sunuyor. Geçtiğimiz yıl kamuoyunda gdo yönetmeliği olara bilinen, Gıda Ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar Ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol Ve Denetimine Dair Yönetmelik’in iki kez değiştirilerek uygulanmaz hale getirildiği zaman zarfında ülkeye gdolu olarak ne kadar gıda ve yem girdiğini gösterir bir belge bu. Öğrenince gözlerime inanmadım.

Bu yönetmeliğin uygulanamaz hale gelmesine yol açan değişiklikleri ekoloji kolektifi üyeleri iptal ettirmişti. Şimdi peki bu ürünler, piyasadan toplatılacak mı? Bakanlık bu konuda ne yapacak, yasamız var yaşasın, uyum sürecini tamamladık mı diyecek yoksa mücadele devam mı edecek?

Ya da şöyle soralım, şeker özelleştirmelerinin hızlı bir biçimde gündeme girmesi ile gdoların(özellikle mısırın) ithalatı arasında nasıl bir bağ kuracak, gdo karşıtları. Şeker fabrikalarının kapatılmasının, gdolu mısıra dayalı tatlandırıcıların kapısını sonuna kadar açtığını, gdo karşıtları görüp, yeni dönemde bu özelleştirmelere karşı da direnmeye devam edecek mi? Mücadele ederken göreceğiz. Ama eğer şeker özelleştirmelerine karşı gdo karşıtı mücadele etkinlik gösteremezse, kazanımlar teker teker kaybedilecektir. Sadece şeker çiftçisi, işçisi değil aynı zamanda tüketici de bunun bilincinde olmalıdır.


On Bin Keçiye İş Olanağı

Bir de krizdeyiz diyorlar. Oysa bakın dondurma üreticisi MADO on bin keçiyi işe alıyormuş. Hürriyet Gazetesinin haberine göre MADO, “halen 1000 adet olan keçi çiftliğini toplam 10 milyon dolarlık bir yatırımla 10 bin adete çıkarmaya” hazırlanıyormuş.

Köylüler ipotekli traktörlerini kurtarmak için toprak satmaya devam ede dursunlar. Memleket için iki keçiye daha iş bulur muyum diye düşünecek değiller ya, varsa yoksa  borç ödemekle ömür tüketsinler, sonra köylülük niye bitiyor diyorlar, yatırım yapmazsan biter kardeşim. Bak MADO’yu örnek al. Öyle sütüne kıl karışmış mal üretmiyor adamlar. Ne yapıyorlar, “Türkiye çapında mağaza sayısı 214’e ulaşan, yurtdışında ise 15 franchise mağazası bulunan MADO, salep pazarına aktif olarak girişinin yanı sıra Maraş dondurmasını Rusya ve ABD pazarına ihracına hazırlanıyor.”[1]Böyle gülüm dünya. Köylülüğü satmayı bileceksin.

Kentlerin modern sıkıntılarına bir nebze keçi tadı katmak pazarlanabilir bir fikir değil mi ne de olsa…O kaba saba poşet dondurmalarının karşısında, köyün tazeliğinin, nostaljisinin, anne sütü gibi temizliğinin pazarı oluşmadı mı? Reyon reyon gezip, yiyeceğini ince ayar atmak isteyen ve meşe dalından otlayan keçilerin sütüyle çocuklarını beslemek isteyen milyonların ayağına “keyif götürmek” para etmiyor mu, ediyor..Hele bir de mamullerimizin hiçbir çeşidinde “genetiği değiştirilmiş” katkı maddesi kullanılmamaktadır yazdın mı, işte köyü ayağımıza getirmiş olmaz mısın…İşte girişimci ruh buna denir. Hem aylak aylak gezen keçilere iş bul, karnını doyur..Hem de sütünü, tatlandır, şehirde bunalan, reyon avcılarına lezzet durakları yarat.

Lezzet pazarlanabilir bir meta haline geldikçe, şirketlerde bu fırsatı kaçırmıyor. Sağlıklı beslenmek, bir tüketim biçimi olmaya başladıkça, eczane kuyruklarından kopan kitleler; aktarlar, slow food zincirleri, beslenme uzmanları, keçi isithdamcılarının kapısında hizaya giriyorlar. Doğru ve güvenli beslenme bir takım uzmanların pazarladıkları bir mal haline geldikçe, köylerde hızla boşalıyor, keçiler ve insanlar, şirketlerin bant üretim sistemlerinde, dengeli beslenme pazarının hizmetkarı haline geliyorlar. Doğru ve dengeli beslenme uzmanları “doğaya bizi yaklaştırmak” için tarifeyi kum saatiyle belirliyorlar. Şehir insanının modern dünyasını süsleyen, bu sağlık obsesyonu kırlarda hayvanları ve insanları her gün daha fazla sağlıksızlaştırıyor.

Şirketlerin pompaladığı doğal beslenme özlemleri, şehirde ve kırda yaşayan insanları giderek doğadan kopartıyor. Bir kez insanlar için besin, besini üretme bilgisi, yeniden üretimi toplumun kontrolü dışına çıktığında, geriye besinin imajıyla yaşamak kalıyor. Bu  lezzet pazarında da önemli olan imajlara ulaşmaktır. İşte şirketlerde bu gerçeğe göre davranıyor. Besinin bilgisini ellerine almakla kalmıyorlar keçileri ve insanları da fabrikaların içine sıkıştırıyorlar.  Yerel tatlar, kitlesel bir tüketim konusu haline gelebiliyor. Bahar tazeliğinde, torosların yayla rüzgarını içinde hissettiren sıcak bir sahlep, onun özütünü oluşturan orkidelerin yok oluşunu unutturuveriyor. Sizin yerinize nasıl olsa bunu pazarlayan şirketler orkideleri düşünür. Binlerce toros yaylasında keçiler, yaylacılarla birlikte fabrikaların paryası haline geliyor. Ama olsun, on binlerce keçiye ve onlarca kişiye iş olanağı yaratılıyorlar ya. Hem daha önce tadamadığımız bir dolu lezzete ulaşabiliyoruz ya artık..Gerisi teferruat.