Kent ve Çevre Davalarında İvedi Yargılama Usulü
Anayasa’nın 2010 yılında değiştirilmesiyle idari yargılama sistemine overlok çekmeye yönelik yasama faaliyetlerine bir yenisi eklendi. 28 Haziran 2014 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan 6545 sayılı “Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile özellikle kent ve çevre davaları için yeni bir sürecin başladığını söylemek mümkün. Bu Kanun’un 18. maddesinde yapılan düzenlemeyle, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 20. maddesinden sonra gelmek üzere 20/A maddesiyle “İvedi Yargılama Usulü” şeklinde istisna bir usul düzenlemesi getirildi.
İvedi Yargılama Usulüne Hangi İşlemler Tabi ?
İhaleden yasaklama kararları hariç ihale işlemleri, Acele kamulaştırma işlemleri, Özelleştirme Yüksek Kurulu kararları, Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca yapılan satış, tahsis ve kiralama işlemleri, Çevre Kanunu uyarınca, idari yaptırım kararları hariç çevresel etki değerlendirmesi sonucu alınan kararlar, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun uyarınca alınan Bakanlar Kurulu kararları ivedi yargılama usulüne tabi tutuldu.
Çevresel etki değerlendirme sürecine tabi projelerden çed olumlu veya çed gerekli değildir kararları kamuoyunda sıkça gündeme gelen pek çok kent ve çevre davasına beşiklik eden idari işlemler. Bu işlemler arasında önümüzdeki günler için hemen dikkat kesilecek pek çok çimento, inşaat, enerji projesi bulunuyor. Özellikle Akkuyu nükleer santral projesi ve Bartın’da yapılması düşünülen termik santraliyle ilgili ÇED süreçleri devam ediyor. Bu projelerle ilgili ÇED olumlu kararı verilirse, karar hakkında açılacak davalar “ivedi yargılama usulüne” tabi olacak.
İvedi yargılama usulüne tabi tutulan bir diğer önemli Kanun’da 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun. Bu kanun uyarınca Bakanlar Kurulu’nun “riskli alan” ilanına yönelik kararları da “ivedi yargılama usulüne” tabi olacak. Ancak, 6306 sayılı Kanun uyarınca ilan edilen “rezerv yapı alanı” ve “riskli yapı” kararları Bakanlar Kurulu kararıyla alınmadığı için ivedi yargılama usulü geçerli olmayacak.
İvedi Yargılama Usulü Ne Getiriyor?
Dava Açma Süresi Kısaltılıyor
İvedi yargılama usulünde gelen en önemli yenilik, kent ve çevre davalarının dava açma, davaya cevap, temyiz ve yargılama sürecindeki sürelerin kısaltılmasıyla ilgili getirilen kurallar. İvedi yargılama usulüne tabi kararlara karşı dava açma süresi, otuz gün olarak öngörülmüş. İdari davaya konu işlemlerde genel dava açma süresi atmış gün iken, ivedi yargılamaya tabi işlemlerde süre otuz güne düşürülmüş.
Üst Makama Başvuru Yolu Kapatılıyor
İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili yurttaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecek. Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş. Bu düzenlemeyle, yurttaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılıyor. Bu açık hukuka aykırılık, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açabilecek olsa da yurttaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecek. Koordinat hatası yapılarak, acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi yurttaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacak. Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecek.
Yargılama Süreci Adil Yargılanma Hakkını İhlal Ediyor
Bu düzenlemenin olumlu sonuç doğurup doğurmayacağını uygulama gösterecek ancak kent ve çevre konulu davalarda idare mahkemelerinin ve Danıştay’ın iş yükü gözetildiğinde bu sürelerin nasıl işleyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Mahkemeler önlerine gelen dosyayla ilgili yedi gün içinde ilk incelemeyi yapacak ve dava dilekçesi ile eklerini karşı tarafa tebliğe çıkartacak.
Dava dilekçesini ve eklerini alan taraf, dava dilekçesini aldığı tarihten itibaren on beş gün içinde yanıt vermek zorunda. Bu süre, ivedi yargılamaya tabi işlemler dışında otuz gün olarak devam edecek. Ancak bu süre bir defaya mahsus olmak üzere on beş gün uzatılabilecek. Davalı cevap verdikten sonra dosya karar aşamasına gelmiş olacağı da ayrıca düzenlenmiş. Oysaki, davalının savunması ardından dava açanların cevap vermesi ve bu cevaba karşı davalının da yeni bir savunma yazması genel kuralı ivedi yargılama usulünden kaldırılmış durumda. O halde ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı da sınırlandırılmış.
Yürütmenin Durdurulması Kararlarına İtiraz Yolu Kapatılıyor
İdarenin işlemleri nedeniyle telafisi güç ve imkânsız zararların doğmamasına yönelik “yürütmenin durdurulması “ müessesi biraz daha daraltılıyor. 1982 Anayasası’nda telafisi güç ve imkânsız zararlar doğmasına yönelik idari işlemlerin hukuka aykırılığının tespitinde “açıkça hukuka aykırı olması kuralını getiren” yönetsel akıl, 2012 yılında idarenin savunması alınmadan yürütmenin durdurulması kararı verilemeyeceğini Kanun maddesi haline getirmişti. Bu düzenlemede uygulanmakla etkisi tükenecek idari işlemler için, idarenin savunması alınıncaya kadar yürütmenin durdurulması kararı verilebileceği de hüküm altına alınmıştı. Bu düzenlemelerle birlikte ivedi yargılama süreci için getirilen özel hükümle, yürütmenin durdurulması konusunda mahkemenin vereceği karara karşı itiraz edilemeyecek. 2012 yılından sonraki değişiklikle idare mahkemeleri, yurttaşların işlemlerden zarar görmesini engellemek için savunma alınıncaya kadar yürütmenin durdurulmasına karar verme konusunda daha güçlü bir eğilim içine girmişlerdi. Bu değişikliğin de yurttaşlara zarar vermemesi için idarenin işlemleriyle ilgili savunma aldıktan sonra, telafisi güç ve imkansız zararlar ve açık hukuka aykırılık bulunduğuna yönelik dava dilekçelerinin daha etkili hazırlanması gerekecek.
Açılan Davaların İvedi Karara Bağlanması
İvedi yargılama usulüne tabi davalarda, dosyanın tekemmülünden itibaren en geç bir ay içinde karara bağlanacak. Ara kararı verilmesi, keşif, bilirkişi incelemesi ya da duruşma yapılması gibi işlemlerin de ivedilikle sonuçlandırılması gerekecek.
Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını şimdiden söylemek mümkün. İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi mümkün. Hak ihlallerinin mülkiyet ve yaşama hakkı ihlallerini de beraberinde getirmesi mevcut idari yargılama kapasitesi içinde kaçınılmaz olacaktır.
Kararların Temyizi
İvedi yargılama usulüne tabi işlemler hakkında verilen nihai kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde temyiz yoluna başvurulabilecek. Bu kararların temyiz dilekçeleri üç gün içinde temyiz mercii tarafından incelenecek ve karşı tarafa tebliğe çıkartılacak. Temyiz dilekçelerine cevap verme süresi ise on beş gün olarak sınırlandırılmış.
Danıştay evrak üzerinde yaptığı inceleme sonunda, maddi vakıalar hakkında edinilen bilgiyi yeterli görürse veya temyiz sadece hukuki noktalara ilişkin ise yahut temyiz olunan karardaki maddi yanlışlıkların düzeltilmesi mümkün ise işin esası hakkında karar verecek. Aksi hâlde gerekli inceleme ve tahkikatı kendisi yaparak esas hakkında yeniden karar verecek. Ancak, ilk inceleme üzerine verilen kararlara karşı yapılan temyizi haklı bulduğu hâllerde kararı bozmakla birlikte dosyayı geri gönderecek. Bu düzenlemeyle Danıştay, idare mahkemelerinin yerine geçerek maddi vakıayla ilgili nihai karar verebilecek. Örneğin bir ÇED olumlu kararında idare mahkemesi işlemin iptaline karar verirse; bu kararla ilgili yapılan temyizin Danıştay tarafından incelenmesi sonrasında, dosyadaki bilgi veya belgeleri yeterli görerek iptal kararının doğru olmadığına karar verip, davayı reddedebilecek. Bu durumda dosya idare mahkemesine yeniden gitmeyecek.
Çünkü, Temyiz edilen dosyalarda verilen kararların kesin olacağı da ayrıca düzenlenmiş. Danıştay, temyiz istemini en geç iki ay içinde karara bağlayacak ve karar en geç bir ay içinde tebliğe çıkarılacak.
Anayasa’ya Aykırılık Sorunu Gündemde
Anayasa’nın 125. maddesine göre idarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkün. Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini taşıdığı önümüzdeki günlerde daha sık gündeme gelecektir. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkün. Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının, özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği anlayışı çerçevesinde “ ivedi yargılama usulünün” Anayasa Mahkemesi’ne taşınması gerekecektir. Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda dile getirilmelidir.
İvedi Yargılama Usulü Sürecinde Kent ve Çevre Mücadeleleri Ne Yapacak ?
Bergama altın madenine karşı açılan davalar sonrasında “yargı kararlarının uygulanmaması” yürütmenin genel geçer bir uygulaması haline dönüşmüştü. Buna karşın yargı yerleri ısrarlı bir biçimde çevrenin korunmasına yönelik açılan davalarda yurttaşlar lehine kararlar vermeye devam etti. Yürütme ise “kalkınma ve büyüme” ekseni önünde yargısal denetimi engel olarak görmeye devam etti. Yurttaşların, kent ve çevre örgütlerinin karar alma süreçlerini katılmasını engellemek için 2010 yılında malum Anayasa değişikliğini yaptı. Bu değişiklikle, yargı yerlerinin, idarenin takdir hakkını engelleyecek biçimde karar veremeyeceği Anayasa’ya konuldu. Belli ki yasama organında evet oyu kullananlar ve bu Anayasa değişikliğinin ortağı “yetmez ama evet” çevresi, idarenin yaşama, çevre, sağlık, kent hakları ihlaline yönelik “takdir hakkını” sınırlandıracak bir yargı istemiyordu. Bu değişiklik sonrasında HSYK yapısında değişiklik oldu. AKP ve çevresi bugün başlarına bela gördükleri bu değişiklikleri can hıraş savundu. Sonra Danıştay yapısı değişti. Zamanın Danıştay Başkanı “yok artık öyle yürütmeyi durdurma kararları” deyiverdi. Bülent Arınç bu Başkan için “Yüce rabbim verdikçe veriyor” dedi. Buna karşın yargı yerleri ve hakimler hukuka uygun davrandıkları yüzlerce kararın altına imza attı. Fakat yürütmenin yargı üzerindeki tam denetimi sonrasında önce meslek odalarının dava açma ehliyeti daraltılmaya başlandı. Baroların açtığı kent ve çevre davaları tek tek reddediliyordu. Bu davayı sizin açmaya yetkiniz yok deniyordu. Sonra TMMOB ve bağlı odalarının dava açma yetkisi budanmaya başlandı. Ardından kent ve çevre alanında faaliyet yürüten dernek ve sendikaların davalarının ehliyet yönünden reddedilmesi süreci gelişti. Örneğin yıllardır nükleer santraller konusunda idari ve yargısal katılım araçlarını kullanan Ekoloji Kolektifi Derneği’nin Mersin Karaman yüz bin ölçekli imar planı için açtığı iptal davası ehliyet yönünden reddedilmişti. Danıştay’ın daireleri arasında birlik olmasa da ilgili örgütlerin ve yurttaşların dava açma ehliyeti daraltılıyordu. Bir altın madeni için verilen Çed olumlu kararının iptali davasında, davacıların bölgede mülkünün olup olmadığını, bölgede ikametgâhlarının bulunup bulunmadığını mahkeme davacılara sorar olmuştu. Oysaki çevre ve kent davalarında davacının menfaatinin olabildiğince geniş yorumlanacağı bir içtihat haline gelmişti. Bu içtihat kırılıyordu.
Bunun üzerine yurttaşlar ve ilgili örgütlenmeler, sorunu yaşayan alanlarda daha etkin bir biçimde olmak gerektiğini, sorunun doğrudan muhatapları ağırlıklı davalar açılması gerektiği yönünde bir strateji benimsedi. Her ne kadar bu strateji örgütlülük alanında doğrudan sorunu yaşayanlara yönelmeye dair bir çabayı gündeme getirdiyse de bu strateji aynı zamanda nükleer santral, termik, gdo gibi tüm toplumu ilgilendiren küresel iklim değişikliğine, suyun, toprağın yok olmasına yol açan sorunlarda sorunun ölçeğini hukuki manada daraltan bir bakış açısını da doğurdu. Hukuki olarak davanın devam edebilmesine yönelik bu strateji toplumsal bakış açısının daralmasına yol açtı. Ancak bu durum bir şeyi daha gösterdi, madem hukuk mücadelesi yoluyla toplumsal sorunlar çözülemez, o halde bu iddiayı sahiplenen öznelere sonsuz bir kapı açılmıştı. Ancak, bu kapıdan hala geçmiş ve başarılı birleşik bir mücadele örgütleyebilmiş özneler çıkmadı.
Diğer yandan ise davalar, dava açma süresi yönünden reddedilmeye başlanıyordu. Artvin’in bir köyünde, köyüne gelen kamyonlarla, deresinin üzerine HES yapılacağını öğrenen ve bu tarihte davayı açmak isteyen yurttaşlara, “ilgili şirket izinlerini altı ay önce almış, dava açma süresini kaçırdınız” demeye başladı, yargı yerleri. Bu durum, idarelerin yurttaşlardan daha fazla bilgi veya belge saklamasına yol açtı. Bilgi edinme hakkı, dilekçe hakkı işlevsizleşiyordu. Yurttaş bilgi veya belgeyi nasıl alacağını daha etkin şekilde öğrenmek zorunda bırakıldı. Devlet eliyle başka türlü bir modernleşme gerçekleşiyordu. Kimileri için yurttaşlar böylece yaşadıkları yerdeki gelişmeleri şirketler gibi yakından takip edecek ve ilgili bilgi veya belgeleri zamanında toplamayı öğrenecekti. Ancak, bu görüş fazla profesyonel ve iyimser kaldı. Yatırımcıların aldığı izinlerin zamanında öğrenmesi gerektiğine yönelik temenni, temenni olarak kaldı. Çok sınırlı örgütlülük bu süreçte yatırımcı firmaları sıkı bir biçimde takip etti. Gerze, Karabiga, Bartın, Zonguldak termik karşıtı mücadeleler bu açıdan örnek bir takip süreci gösterdi. Ancak çevresel ve kentsel sorunlardan etkilenen pek çok yer, yatırımcıların faaliyetlerini takip edemedi. Özellikle acele kamulaştırma kararlarını öğrenmek için her yurttaşın resmi gazete takip edeceğini beklemek fazla iyimserdi. Ya da riskli alan kararlarını yurttaşların gün ve gün takip edebileceklerini ummak pek mümkün değildi. Buna karşın, özellikle İstanbul’da riskli alan konusunda etkin takip sistemleri gelişti. Ama orası İstanbul’du ve öyle olması da beklenirdi. Peki ya İzmir, Ankara ve diğerleri; bunlar için pek olumlu şeyler söylemek mümkün olamayacaktı. Süreçleri takip eden kent ve çevre örgütlerinin etkisiyle yurttaşlar acele kamulaştırma, riskli alan, kıyı yağması veya çed olumlu, çed gerekli değildir kararı hakkında bilgilendirilebiliyordu. Fakat Türkiye’de bu konuda etkin bir denetim görevi gören çok sınırlı örgütlenmeler olduğunu da unutmamak gerekirdi.
Bu süreç sınırlı bir insan kadrosunun mütevazı ve yoğun çabasıyla gelişirken bir de ivedi yargılama süreci gündeme geldi. Mevcut örgütsel sorunların daha fazla katmerleşeceğini söylemek mümkün. Aşırı bir pesimist, çelişkilerin derinleşmesinin aynı zamanda hukuka olan güveni de ortadan kaldıracağını ve bu nedenle de insanların kendi hukukunu aramaya başlayacağını söyleyebilir. Ancak memleketin ahval ve şeraiti hakkında biraz malumat sahibi olan bir hukukçu ise hal ve gidiş hakkında idealizme sapmanın tehlikelerini hemen görebilir. Bu nedenle ekoloji ve kent mücadelesinde mevcut örgütlülüğün hali göz önüne alındığında ortaya riskleri ve alınması gereken tedbirleri koymak bir zaruret olarak belirmektedir.
Son beş yıldır dillendirdiğimiz üzere, yurttaşlar ve yurttaş örgütleri yaşadıkları alanlarda devletin ve ilgili idarelerin yapıp ettiklerini, verdikleri izinleri, belediye meclisi kararlarını çok yakından takip etmelidir. Bu süreçlerde, idarelerin bağlı oldukları mevzuata uygun davranıp davranmadıklarını sıklıkla denetleyecek biçimde bilgi edinme ve dilekçe hakkını kullanmalıdırlar. Belediyeleri’nin meclis kararlarını internet sayfalarından veya doğrudan izlemelidirler. Resmi Gazete’yi takip etmeli ve ara sıra örneğin ayda bir İl Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü’nün askı ilanlarına göz atmalıdır. Peki bu Fransız Aydınlanması’nın tarif ettiği güzel ve vatansever yurttaş nerede yaşamaktadır ? bu sorunun yanıtını da benim gibiler vermelidir !!
Bu yurttaşların var olmasını temenni olarak beklemek dışında mevcut duyarlı orta sınıfların ve okumuşların acaba bu konuda bir atımlık barutlarını daha etkin kullanmalarını sağlayacak araçlar gelişebilir mi diye düşünmek de mümkündür. Toplumsal mücadele içinde “olmaz olmaz” diye tabi ki bir şey yoktur. Ancak kent ve ekoloji mücadelesinin hukuk ekseni dışında bir eksen kazanabileceğini kestirmeden söylemek için pek bir nedenimiz yoksa da bunun olanaklarının doğmaya başlayacak bir süreçte olduğumuzu söylemek de pek doğal bir amentümüzdür. Ancak bu beklentiyi, yasama ve yürütmenin hukuki zor aygıtlarına katılımı daraltmasına bakarak kurmamalıyız. Çünkü, katılım araçlarının daraltılmasının doğrudan toplumsal örgütlülüğe bir katkısı olmadığı gibi mevcut örgütlülüğün de hızlıca dağılmasına yol açacak sonuçları olabileceğini mücadeleler tarihi göstermiştir.
Pek tabi ki yıllardır dönüşüm içinde olan toplumsal ve sınıfsal dinamikleri, emekten yana inşa etmeye meyledenler açısından zaruret arz eden mesele hala aynıdır: Emekçi kitlelerin yoksullaşma ve sömürüsüyle, doğanın sömürüsünü eş anlı gören bir örgütlülük içinde sürece ve soruna yaklaşan bir bakış açısına dünden daha fazla ihtiyaç vardır. Mevcut hukuk pratiklerinin otomasyona geçmiş gibi hızlanacağı gözetildiğinde, hukukçuların da yeni araçlar geliştirmek zorunda olacağı aşikardır. Kent ve çevre davalarında yıllardır hukuk eksenli elde edilen kazanımları, toplumsal bir örgütlülüğe tedavül edememiş mevcut örgütsel kriz içinde açılan bu yeni başlık, toplumsal örgütlenmenin yeni biçimlerini yaratmak için bir ivme sağlayabilir. Ama bu ivmenin yaratılabilmesi için mevcut tüm örgütlenmelerin ekoloji ve kent odaklı ortaklıklarını arttırması, elindeki ve avucundakini paylaşırken pragmatik ilişki tarzlarından uzak durması ve örgütsel rekabetçiliğin eleştirisini vererek meydana inmesi gerekecektir. Peki, nerde bu yeni olanı inşaya yüzü dönük örgütlülük diye soracak olan varsa, hemen sorusunu hızlıca sorsun. Bu sorunun yanıtını bulmak için Sinoplu bir bilgeden, ilk elden Diyojenden, yardım isteyebilirsiniz. Ya da örgüt profesyonellerinin ve hukukçuların ağzına daha çok bakmanız gerekecektir.
Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanunun Kapsamında Üretilen Konutların Satışı Devlet İhale Kanunu Hükümlerine Tabi Değildir
5393 sayılı Belediye Kanunu’nun “Arsa ve Konut Üretimi” başlıklı 69. maddesinin 3. fıkrasına göre “Arsalar hariç üretilen konut ve işyerlerinin satışı 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu hükümlerine tâbi değildir.” Buna karşın 5366 sayılı yasa kapsamında sit alanı niteliği taşıyan yenileme alanlarında, tarihi dokunun iyileştirilmesi, geliştirilmesi ve yenilenmesi esastır ve bu dokunun korunması amacına özgü konut üretimi benimsenmiştir. Bu yasanın uygulandığı alanlarda yetkili idarenin amacı konut üretmek değildir. Bu alanlarda üretilen konutlarla ilgili 5366 sayılı Kanun hükümleri uygulanacaktır.
Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nin 34. maddesinde, “Kanuna göre yenileme alanlarında üretilen konut ve işyerlerinin satışı 29/9/2005 tarihli ve 25951 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Belediyelerin Arsa, Konut ve İşyeri Üretimi, Tahsisi, Kiralaması ve Satışına Dair Genel Yönetmelik”e göre yapılır.
Ancak, yenileme alanlarındaki kamu kurum ve kuruluşlarına ait binalarda kiracı olan işyeri sahiplerine yetkili idare tarafından uygun görülen taşınmazların satışında öncelik verilebilir. Aynı iş yerine birden çok talep olması halinde bu kiracılar arasında ihale yapılabilir. Yenileme alanlarından taşınması gereken bu tür kiracılarla yetkili idare anlaşmalar yapılabilir.” denilmektedir.
Belediyelerin Arsa, Konut ve İşyeri Üretimi, Tahsisi, Kiralaması ve Satışına Dair Genel Yönetmelik, Belediye Kanunu’nun 69. maddesine dayalı olarak yayımlanmıştır. 5366 sayılı yasaya göre üretilen konutların satışıyla ilgili de anılan bu genel yönetmeliğe atıf yapıldığı açıktır. Bu durumda, her ne kadar, yenileme alanlarında elde edilen konutlar, Belediye’nin konut üretme amacına yönelik üretilmemişse de bu konutlarla ilgili uygulama yönetmeliğinin 34. maddesiyle, Belediye Kanunu’nun 69. maddesine dayalı olarak yayımlanan konut satışına dair genel yönetmeliğe atıf yapıldığı anlaşılmaktadır.
Anılan yönetmeliğin “Konut ve işyeri satışı” başlıklı 15. maddesine göre de,
“Sosyal konutlar dışındaki konutlar ile işyerlerinin satışı aşağıda belirtilen esaslara göre yapılır:
a) Bedelin tespiti: Satış bedeli, arsa payları dahil olmak üzere kıymet takdir komisyonunca belirlenecek maliyet bedeline en az %5 ilave yapılmak suretiyle belediye encümeni tarafından tespit edilir.
b) İlan: Konut ve işyerlerinin satış şartları, yerleri, büyüklükleri, sayıları, özellikleri, fiyatları, müracaat şekli, son müracaat tarihi ile diğer hususların ilanı 22 nci madde hükümlerine göre yapılır.
c) Teminat: Konut ve işyeri satışlarında teminat alınıp alınmayacağı, alınacaksa miktar veya oranı ilanda belirtilir.
d) Satış: Konut ve işyerleri açık artırma usulüyle satılır. Konut ve işyerleri, encümen tarafından önceden belirlenen fiyat üzerinden satışa sunulur ve ihale en yüksek teklifi veren istekli üzerinde bırakılır. Satışa sunulan konut ve işyerine alıcı çıkmaması halinde, yeniden ihaleye çıkarılmaksızın belirlenmiş olan fiyat üzerinden satış yapmaya belediye encümeni yetkilidir. Satışa sunulup da satılmayan konut ve işyerlerinin fiyatları, her yıl günün şartlarına göre yeniden belirlenir.
e) İndirim: Satışa çıkarıldığı halde alıcısı çıkmayan konutlara en az 30 kişiden oluşan grupların talip olması halinde indirim yapılabilir. Belli faaliyetler için tahsis edilecek işyerlerinde söz konusu meslek mensuplarına öncelik tanınabileceği gibi satış bedeli üzerinden indirim de uygulanabilir. İndirim oranı %25’i geçemeyeceği gibi satış bedeli hiçbir şekilde konut ve işyerleri maliyetinin altında belirlenemez. Bu bent uyarınca kendisine konut satışı yapılan kişi konutu 5 yıl süreyle başkasına satamaz ve devredemez. Bu husus tapu siciline şerh edilir.
f) (Değişik:RG-3/10/2013-28784) Ödeme planı: Konut ve işyeri satışlarında alınacak peşinat tutarı, satış bedelinin %50’sinden az olmamak üzere belirlenir. Kalan miktar en çok 2 yıl içerisinde ve belirlenecek plana göre ödenir. Belediye meclis kararı ile tamirat ve imalat niteliğindeki mesleklerin icrası amacıyla, küçük sanayi siteleri için, belediyelerce yapılan işyerleri, satış bedelinin en az %20’sine kadarı peşin, kalan miktarı ise 10 yıl içerisinde ödenmesi şartıyla satılabilir. Bu bent kapsamında yapılan taksitli satışlar için belediye meclisince belirlenecek vade farkı uygulanır. Borcun zamanında ödenmemesi halinde sözleşme hükümlerine göre hareket edilir. Konut ve işyerlerinin satışında banka kredisi ve diğer finansman araçlarından yararlanılabilir.” denilmektedir.
Bu anlamda, 5366 sayılı yasa kapsamında üretilen konutlar açısından da devlet ihale kanunu hükümlerinin uygulanamayacağını söylemek gerekir.
Biyogüvenlik Kanunu Yayımlandı, Şimdi Sırada Ne Var?
Meclis gündemine gelinceye kadar, yedi yıl boyunca hazırlıkları devam etti. Üç farklı biyogüvenlik kanun taslağı çıktı kamuoyuna, sonra da sessizce kayboldu bu taslaklar. Ama Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde sonunda meclisten bir kanun geçti. Kimileri için bir zafer kimileri için üzüntü kaynağı.
Resmi Gazete’de 26.3. 2010’da (bugün) yayımlanan 5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu’na göre, Türkiye’de gdolu bitki ve hayvan üretimine izin verilmeyecek. Bu düzenleme, son yıllarda Türkiye’de yürütülen gdo karşıtı mücadelenin bir başarısı olarak yorumlanabilir. Ancak kanun, gdolu gıdaların ithalatını, izne tabi olacak biçimde, serbest bırakıyor. Özellikle yem ve gıda olarak ülkeye giren gdolu ürünlerden hem üreticinin hem de tüketicinin nasıl korunacağı belirsizliğini korumaya devam ediyor. Yem olarak giren gdolu ürünlerin, tohum olarak kullanımı nasıl engellenecek, belli değil.
Bu ürünlerin ülkeye girişi, nakli, transferi için yapılacak başvuruları ise Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na bağlı Biyogüvenlik Kurulu değerlendirecek. Kurul, uygun gördüğü taktirde, bu ürünlerin ülkeye gıda ve yem amaçlı olarak girişine olanak tanıyacak. Kurulda üretici ve tüketici örgütlerinin temsilcileri yer almayacak. Biyogüvenlik kurulu altında ürünlerin sosyo ekonomik ve ekolojik etkilerini değerlendirecek komiteler oluşturulacak. Komitelerin kararları gizli bilgi kapsamında değerlendirilecek. Bu bağlamda, kurulun karalarının dayanağını öğrenmenin yolu kapatılacak. Bu kararları öğrenmenin tek yolu ise yargısal denetim ile alınan kararlara katılım. Kısacası kararlara idari dava açmak gerekecek. Oysa pek ala bu kararlar, demokratik bir biçimde kamuoyu ile paylaşılabilirdi. Bu bilgilerin gizli bilgi olması, toplum sağlına ve doğanın geleceğine yönelik bu kadar önemli karaların sır niteliğinde olması, yaşama hakkının doğrudan ihlali niteliğinde görülebilir. Bu ve ithalata ilişkin düzenlemeler de bu bağlamda Anayasa’ya aykırılık konusu olabilecektir.
Diğer yandan, Ekoloji Kolektifi’nin üzerinde durduğu diğer bir husus ise, bu ürünlerden zarara uğranıldığının ispatının tüketici ve üreticiler üzerinde bırakılmasının yaratacağı sorunlardı. Bu ürünlerden doğan zararları ispat etmekle yasa yine zarar göreni sorumlu tutuyor. Oysa ki bu ürünlerin zarar vermediğini, bu ürünleri ihal eden, dağıtan, satan şirketler ispatlamalıdır. Bu ürünleri ithal edenler kusursuz sorumluluk hükümlerine tabi olmalıdırlar. Ama yasa, bu ürünlerden kaynaklı, alerjik bir reaksiyon ya da daha farklı bir sağlık sorunu yaşayan kişilerin, iddialarını ispat etmekle sorumlu tutuyor. Neyse ki GDO ve ürünlerinin bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaklanıyor. Şükretmeyi öğrenmek lazım; değil mi!!
Ama, bir belge var ki onu da yakında açıklayacak ekoloji kolektifi, tam bir dehşet tablosu sunuyor. Geçtiğimiz yıl kamuoyunda gdo yönetmeliği olara bilinen, Gıda Ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar Ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol Ve Denetimine Dair Yönetmelik’in iki kez değiştirilerek uygulanmaz hale getirildiği zaman zarfında ülkeye gdolu olarak ne kadar gıda ve yem girdiğini gösterir bir belge bu. Öğrenince gözlerime inanmadım.
Bu yönetmeliğin uygulanamaz hale gelmesine yol açan değişiklikleri ekoloji kolektifi üyeleri iptal ettirmişti. Şimdi peki bu ürünler, piyasadan toplatılacak mı? Bakanlık bu konuda ne yapacak, yasamız var yaşasın, uyum sürecini tamamladık mı diyecek yoksa mücadele devam mı edecek?
Ya da şöyle soralım, şeker özelleştirmelerinin hızlı bir biçimde gündeme girmesi ile gdoların(özellikle mısırın) ithalatı arasında nasıl bir bağ kuracak, gdo karşıtları. Şeker fabrikalarının kapatılmasının, gdolu mısıra dayalı tatlandırıcıların kapısını sonuna kadar açtığını, gdo karşıtları görüp, yeni dönemde bu özelleştirmelere karşı da direnmeye devam edecek mi? Mücadele ederken göreceğiz. Ama eğer şeker özelleştirmelerine karşı gdo karşıtı mücadele etkinlik gösteremezse, kazanımlar teker teker kaybedilecektir. Sadece şeker çiftçisi, işçisi değil aynı zamanda tüketici de bunun bilincinde olmalıdır.
On Bin Keçiye İş Olanağı
Bir de krizdeyiz diyorlar. Oysa bakın dondurma üreticisi MADO on bin keçiyi işe alıyormuş. Hürriyet Gazetesinin haberine göre MADO, “halen 1000 adet olan keçi çiftliğini toplam 10 milyon dolarlık bir yatırımla 10 bin adete çıkarmaya” hazırlanıyormuş.
Köylüler ipotekli traktörlerini kurtarmak için toprak satmaya devam ede dursunlar. Memleket için iki keçiye daha iş bulur muyum diye düşünecek değiller ya, varsa yoksa borç ödemekle ömür tüketsinler, sonra köylülük niye bitiyor diyorlar, yatırım yapmazsan biter kardeşim. Bak MADO’yu örnek al. Öyle sütüne kıl karışmış mal üretmiyor adamlar. Ne yapıyorlar, “Türkiye çapında mağaza sayısı 214’e ulaşan, yurtdışında ise 15 franchise mağazası bulunan MADO, salep pazarına aktif olarak girişinin yanı sıra Maraş dondurmasını Rusya ve ABD pazarına ihracına hazırlanıyor.”[1]Böyle gülüm dünya. Köylülüğü satmayı bileceksin.
Kentlerin modern sıkıntılarına bir nebze keçi tadı katmak pazarlanabilir bir fikir değil mi ne de olsa…O kaba saba poşet dondurmalarının karşısında, köyün tazeliğinin, nostaljisinin, anne sütü gibi temizliğinin pazarı oluşmadı mı? Reyon reyon gezip, yiyeceğini ince ayar atmak isteyen ve meşe dalından otlayan keçilerin sütüyle çocuklarını beslemek isteyen milyonların ayağına “keyif götürmek” para etmiyor mu, ediyor..Hele bir de mamullerimizin hiçbir çeşidinde “genetiği değiştirilmiş” katkı maddesi kullanılmamaktadır yazdın mı, işte köyü ayağımıza getirmiş olmaz mısın…İşte girişimci ruh buna denir. Hem aylak aylak gezen keçilere iş bul, karnını doyur..Hem de sütünü, tatlandır, şehirde bunalan, reyon avcılarına lezzet durakları yarat.
Lezzet pazarlanabilir bir meta haline geldikçe, şirketlerde bu fırsatı kaçırmıyor. Sağlıklı beslenmek, bir tüketim biçimi olmaya başladıkça, eczane kuyruklarından kopan kitleler; aktarlar, slow food zincirleri, beslenme uzmanları, keçi isithdamcılarının kapısında hizaya giriyorlar. Doğru ve güvenli beslenme bir takım uzmanların pazarladıkları bir mal haline geldikçe, köylerde hızla boşalıyor, keçiler ve insanlar, şirketlerin bant üretim sistemlerinde, dengeli beslenme pazarının hizmetkarı haline geliyorlar. Doğru ve dengeli beslenme uzmanları “doğaya bizi yaklaştırmak” için tarifeyi kum saatiyle belirliyorlar. Şehir insanının modern dünyasını süsleyen, bu sağlık obsesyonu kırlarda hayvanları ve insanları her gün daha fazla sağlıksızlaştırıyor.
Şirketlerin pompaladığı doğal beslenme özlemleri, şehirde ve kırda yaşayan insanları giderek doğadan kopartıyor. Bir kez insanlar için besin, besini üretme bilgisi, yeniden üretimi toplumun kontrolü dışına çıktığında, geriye besinin imajıyla yaşamak kalıyor. Bu lezzet pazarında da önemli olan imajlara ulaşmaktır. İşte şirketlerde bu gerçeğe göre davranıyor. Besinin bilgisini ellerine almakla kalmıyorlar keçileri ve insanları da fabrikaların içine sıkıştırıyorlar. Yerel tatlar, kitlesel bir tüketim konusu haline gelebiliyor. Bahar tazeliğinde, torosların yayla rüzgarını içinde hissettiren sıcak bir sahlep, onun özütünü oluşturan orkidelerin yok oluşunu unutturuveriyor. Sizin yerinize nasıl olsa bunu pazarlayan şirketler orkideleri düşünür. Binlerce toros yaylasında keçiler, yaylacılarla birlikte fabrikaların paryası haline geliyor. Ama olsun, on binlerce keçiye ve onlarca kişiye iş olanağı yaratılıyorlar ya. Hem daha önce tadamadığımız bir dolu lezzete ulaşabiliyoruz ya artık..Gerisi teferruat.
Doğayla ve Tüketiciyle Dost Bir Üretim İçin Kibele Kooperatifi
Doğayı, canlılığı ve verimliliği simgeleyen Anadolu’nun ana tanrıça kültü Kybele, bu kez doğa dostu Kibele Ekolojik Yaşam kooperatifine isim analığı yaptı. Kendi kendine doğuran Kybele, ekolojik üretim yapan küçük çiftçileri, çiftçi adaylarını, ekolojik yaşama ve üretime destek vermek isteyenleri bir araya getirmeyi hedefliyor.
Geçtiğimiz Nisan ayında kuruluş ana sözleşmesi doğrultusunda kibele ekolojik yaşam kooperatifi resmen kuruldu. Kibele, yıllardır büyük bir özveri ile ekolojik üretim seçmiş kişilerin ortaklığında gelişti. Kooperatif, aracısız olarak kendi ürettiklerini pazara sunmak, ortaklarının girdi maliyetlerini düşürmek, tüketicilere de sağlıklı gıda temin etmek istiyor. Küçük üreticilerden oluşan kurucu ortaklar, yıllardır aracıların elinde eriyip giden ürünlerini, daha ucuza ve daha düşük maliyetle pazara sunacaklar.
Kooperatif kurucu ortaklarından Berin Ertürk, Adapazarı’nın Maksudiye köyünde sebze ve meyve yetiştiriyor. Ayva, elma ve sebze üretti. Bu kış Bursa ve İstanbul ekolojik ürün pazarlarına kabak getirdi. Toprağında, kendi tavuk gübresini, ürettiği kompostu ve dışardan doğal beslendiğini bildiği hayvan gübrelerini kullanıyor. Niçin Ekolojik tarım sorusuna yanıtı ise “doğrusu o olduğu için.” Ertürk, “Gelecekte tamamıyla ekolojik tarıma dönmek zorunda dünya. Ekolojik tarımda talep var, ancak mekanizmaları daha tam kuramadık. Ekolojik üretime devam edebilmek, ürettiklerimizi daha güvenli ve ucuza halka sunmak için bu kooperatifi kurduk” diyor.
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de organik tarım süratle “sanayileşmekte.” Ekolojik üretim yapan küçük çiftçiler büyük işletmelerin ve aracı şirketlerin baskısı altında. Küçük çiftliklerin sadece bir iki ürün yetiştirmeleri, pazara aracılar vasıtasıyla ulaşmaları modeli “akılcı” çözüm olarak sunuluyor. Oysa doğada biyoçeşitliliği savunan ekolojik üreticilerin kendi bahçelerini mono kültüre dönüştürmeleri düşünülemez. Ekolojik üretim yapan küçük üreticiler, organik pazarda varlıklarını kooperatifleşerek sürdürmeyi deniyorlar. Üretecekleri ürünlerin pazarlaması sorunu henüz çözülmüş değil. Doğru bir dağıtım, pazarlama ağı ve planlama ile hem küçük üreticiler hem de tüketiciler kazançlı çıkabilir.
Afyon, Başmakçı’da ekolojik üretim yapan Vehbi Ersöz, “Üç kişi 300 kişinin karnını doyuruyoruz, kendi ihtiyaçlarımızı bile karşılayamıyoruz” diyor. Geleneksel yöntemlerle, kendi deyimiyle “el değmiş” olarak ürettiği nefis kornişon turşuları, biber, domates salçaları ve güneşte kurutulmuş sebzeler gıda üretim izni engeline takılıyor. Kooperatifin amaçlarından biri de geleneksel gıda çeşitlerimizi yok olmaktan kurtarmak, bu yerel lezzetleri tüketiciye ulaştırmak.
Ekolojik üretimlerini bundan sonra kooperatif çatısı altında yürütecekler arasında Can ve Dilek San çifti de var. Onlar da ekolojik üretim yapan küçük üreticilerin desteklenmesini savunuyor. Kooperatif destekçileri de, endüstriyel, tek tip, şirket karına dayanan tarımın karşısında direnç kapısı olarak, çeşitliliği, lezzeti, ucuz besini, tohumun geleceğini koruyan tarımı savunuyorlar.
Ekolojik tarımın, tekel konumundaki şirketlerin egemenliğinde bir pazarlama aracı haline gelmeden, bir yaşam biçimi olarak geliştirilmesini sahiplenenler kibele kooperatifi deneyiminin gelişmesine de katkı sunuyor. Kooperatif ürünlerinden edinmek ve kooperatif hakkında daha fazla bilgi sahip olmak için Berin Ertürk ve Vehbi Ersöz ile irtibata geçilebilir. Onların sofralarında yaşamak, bir parça ekmek, tuz ve umut olmak hepimizin elinde. Vehbi Ersöz’ün, Berin Ertürk’ün Mis gibi kokan ekolojik domatesleri, marketlerde büyüyen hormonlu, genleriyle oynanmış domateslere inat sizleri bekliyor. Süper marketlerin raf ömrüne sıkışmış sebzelerine, meyvelerine karşı, taze, güvenilir ve ucuz gıdalar için yerel kooperatifler yaşatılmalı ve geliştirilmelidir.