Biyogüvenlik Hemen Şimdi

Biyogüvenlik yasası neyin güvenliğini sağlayacak? Uluslararası düzenlemeler biyogüvenlik konusunda ne kadar koruyucu? AB’de ilgili düzenlemeler hangi yönde? 2008 yılının nisan ayında pek çok kitle örgütünün birlikte başlattığı ‘Biyogüvenlik Hemen Şimdi !’ kampanyası bu ve bunlara benzer cevaplanmayı bekleyen pek çok sorudan doğdu…

Sorularımıza aradığımız cevaplarla birlikte iddialarımızı ve tespitlerimizi de yeşertiyoruz:

? Son yıllarda Türkiye’nin doğa koruma konusunda kanunlaştırma faaliyetini hızlandırdığı bir gerçek. Ancak hazırlanan düzenlemelerin derleme niteliği taşıması pek çok sorunu da beraberinde getiriyor. Alt yapı eksiklikleri, teşkilatın oluşturulması sürecinde yaşanan yavaşlıklar, donanımlı personelim eğitimine ilişkin sorunlar hazırlanan kanunların yaşama geçirilmesini imkânsız kılarken, derleme kanunlar mevzuatta birbiriyle çelişen düzenlemelerle karşılaşmamıza neden oluyor.

? Tohumculuk hakkında kanun, tohumları ilk elinden yani çiftçinin, üreticinin ellerinden koparma noktasına getirecek bir düzenlemeyle doğuyor ve çiftçinin tohumluk ayırma hakkını ortadan kaldırıyor.

? Seksenli yıllarla birlikte süre gelen tarımın kapitalistleştirilmesi ve liberalleştirilmesi politikaları, yaklaşık 30 senelik macerası sonunda, Türkiye’nin gıda ve yem üzerindeki denetimini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalmasına ve gıda egemenliğinin yitirilmesi sorunu son yılların en can yakıcı sorunlardan biri olmasına neden oldu. Türkiye açlıkla terbiye edilen bir ülke halini alma yolunu yarılamış durumda…

? Kırın ve kentin parçalanması, üretimsizlik, plansızlık ve sömürgeleştirilme tohum- gıda zincirinin kopmasına neden oldu.

? Başta çocuk yetiştiren aileler olmak üzere halkın büyük çoğunluğu nasıl beslenmesi gerektiği konusunda tedirgin ancak bilgi edinecek doğru kaynaklardan uzak ve haklarından habersiz.

Bu kapsamlı sorunların tek bir yasa ile çözümlenmesinin mümkün olmadığını ve sorunun yalnızca biyogüvenlik ile ilgili yasanın olmayışına bağlamanın indirgemeci bir yaklaşım olacağını biliyor ve kabul ediyoruz. Ancak Türkiye’nin 2004 yılında Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin eki niteliğinde olan Cartagena Biyogüvenlik Protokolünü kabul edildiği günden bu yana Ulusal Biyogüvenlik Yasasını hazırladığını iddia edip bir sonuca bağlamıyor olması konuyla ilgili çabaların ve samimiyetin sorgulanmasını gerektiriyor.

Biz bu uzun yıllar sonunda,  ‘ Biyogüvenliğimiz ’ ne durumda diye soruyoruz:

! 2000 yılında DPT Biyogüvenlik raporu hazırlanıyor. Ama ne yazık ki 1998 yılında Tarım Bakanlığı tarafından yürürlüğe giren ‘Alan Denemeleri Hakkında Talimata’ göre Türkiye’de GDO alan denemesi yapılmaya başlanıyor. Üstelik Bakanlık da bu bilgiyi saklamıyor.

! Geçen yıl Ekoloji Kolektifi, Bandırma limanından gelen mısırları analiz ettiriyor ve mısırlar GDO ’lu çıkıyor. Ancak hükümet, bu gerçekleri duymuyor, görmüyor. Zaten şirketler de ürünlerinde GDO kullanıp kullanmadığını açıklamıyor; açıklamaları konusunda yasal zorunluluklara tabi tutulmuyor.

! Tohumlarda da bir kontrol bulunmuyor. Yurt dışına pek çok tür kaçırılıyor. Bu konuda tam bir denetim yok. Biyoloji varlıklarının envanterinin oluşturulması, koruma ve kullanma dengesinin sağlanması konusunda yeterli bir bütçe yok.

Bunca soruna karşın hazırlanan Biyogüvenlik Yasa Tasarısı Taslağı sorunlara cevap olmaktan uzak, üstelik geleceğimizi karanlığa sürükleyecek bir içeriğe sahip olarak karşımıza çıkıyor. Tüm dünyada risk kavramının içinde düzenlenen genetiği değiştirilmiş organizmaların, yaşama bir zarar vermediği ispatlanıncaya kadar üretimini ve tüketimini engelleyecek bir düzenlemeye tabi tutulmalarını beklerken; taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerin bahane edildiğini ve beklentilerimizin ayağına büyük bir taş bağlanmış, derin bir gölün dibindeki yosunlar arasında olduğunu görüyoruz.

Türkiye’nin, biyogüvenlik konusunda resmi düzeyde taraf olduğu sistem, Birleşmiş Milletler’in de kabul ettiği ve aynı zamanda Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nün de temelini oluşturan denetimli serbestlik sistemidir. Protokol her ne kadar ihtiyatilik ilkesine gönderme yapmış olsa da, aslında düzenlenen denetimli serbestlik mekanizması içinde eriyip giden ve yumuşatılmış bir ihtiyatilik ilkesi olmuştur.

GDO ’ların risklerini göz önünde bulundurarak, tarımsal sistemlerde GDO yasağına dayalı bir biyogüvenlik sistemi kurmasının önünde ulusal veya uluslar arası bir engel bulunmadığını bilmek gerekir. İhtiyatilik ilkesinin ekseninde, GDO’ ların yasaklanmasına dayalı bir biyogüvenlik sistemi pek ala mümkündür.

Çevre ve insan sağlığını riske sokacak uygulamalar konusunda da iç hukukumuz, yargı kararları yoluyla bu yönde bir açılıma sahiptir. Örneğin, Danıştay altın madenciliği konusunda verdiği bir kararında, siyanür liçi yöntemiyle yapılan çalışmaların sağlık ve çevre için doğuracağı risklerin geri dönülmez sonuçlara yol açabileceğini belirterek bu faaliyetlere izin verilmesinde kamu yararı yoktur demiştir. Bu açıdan anayasadaki yaşama, maddi ve manevi bütünlüğü koruma hakkına, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına dayanmıştır. Bu demektir ki iç hukukumuzda yargı, risk olasılığının, kişinin maddi ve manevi bütünlüğünü bozacak nitelikte geri dönülmez nitelikte olduğu durumlarda, “izin verme işlemini” hukuka aykırı bulmuştur.

Türkiye’de ise Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı bünyesinde yürütülen proje kapsamında hazırlanan “Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı Taslağı” Cartagena Biyogüvenlik Protokolünün denetimli serbestlik ilkesinin ötesini görememektedir. Zorlaştırılmış bir izin sistemine dayanan taslak bu haliyle biyolojik çeşitliliği, gen kaynaklarını ve çiftçinin tohumluk hakkının geleceğini korumaktan son derece uzaktır. Bir izin mekanizması yerine GDO’ ların risklerini göz önünde bulundurarak, tarımsal sistemlerde gdo yasağına dayalı bir biyogüvenlik sistemi oluşturulmalıdır.

Yaşamın giderek çok uluslu tohum, gıda ve tarım tekellerinin kontrolüne geçmesi ve yasama organı üzerinde de bu şirketlerin lobicilik faaliyetlerini yoğunlaştırması, şirketlerle, yasama organında görev alanların kurduğu amorf ilişkiler, hükümetin tohumu, gıdayı koruyamayacağını görmemize neden olmaktadır.

Hükümetlerin, biyolojik çeşitliliği koruyacak, gen kaynaklarının, tür çeşitliliğinin geleceğini güvence altına alacak, tohumun ve gıdanın egemenliğini ilke edinecek biyogüvenlik yasasına toplumun ve doğanın, ihtiyacı olduğunu bilmesi gerekiyor. Bunun ise toplumsal bir baskı ile mümkün hale geleceği bilinmelidir. Biyogüvenlik hukukunun, tarım, tohum ve gıda tekellerinin güvenliğini değil, biyolojik varlığımızın, gıdanın, tohumun, tarımın geleceğini güvenlik altına alan bir ufuk çizgisi ile kanunlaştırılması gerekmektedir.  Bu nedenle de riskli olduğu kabul edilen genetiği değiştirilmiş ürünlerin üretimine ve tüketilmesine izin verilmemelidir. GDO’lu ürünlerin sağlığa ve çevreye zarar vermediği ispat edilinceye kadar bu ürünlerin üretimine ve tüketimine izin verilmeyen bir biyogüvenlik yasası çıkarılması tohumun ve gıdanın geleceği için bir başlangıç olacaktır. Bu konuda duyarlı tüm kişi ve kurumlar, kendini görevli saymalı ve yasama organına sunulacak tohumu, gıdayı ve biyolojik varlığımızı koruyacak yasa çalışmalarına katkı sunmalıdır.

Tohum ve gıda tekellerinin güvenliğini değil, biyolojik varlığımızın, gıdanın, tohumun, tarımın geleceğini güvenlik altına alan ‘Biyogüvenlik Hemen Şimdi !

Yoruma kapatılmıştır.