Ekolojist Olanaklar Ve Siyasal İktidar

Yirminci ve yirmi birinci yüzyıllar sadece malların ve hizmetlerin endüstriyel üretim,tüketim ve dağıtımına sahne olmadı; bu yüzyıllar aynı zamanda insan ve insan hareketliliğinin de kitlesel üretim, tüketim ve dağıtımına sahne oldu. Seyahat ilk çağlardan on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar kaşiflerin, merak tutkusunun ardından gidenlerin, feylesofların ve yeni bir yaşam adası arayanların arzu teknesiydi. İbn-i Batuta’dan, Owen’a, Morris’ten Tevfik Fikret’e kadar seyahat, gezme, görme ve yeni bir yaşam kurma arzusunu barındırıyordu. Yirminci yüzyıl için ise seyahat, kitlesel bir tüketim nesnesi haline gelecek, tüm bu tarihsel bağlamından koparak,  insanın daha verimli çalışması için yaratılan bir zorunluluk alanına dönüşecekti. Yirminci yüzyıl insanı ulaşım teknolojilerinin ve maddi olanakların gelişimi ile atlasta parmağının ucuyla gösterdiği yere ulaşma olanağına sahipti. Ancak bu olanak aynı zamanda onun daha fazla kitle endüstrisinin malı haline gelmesine de neden olan bir olanaktı.

Seyahat edecek, ya da etme olanağı bulunan bir kitlenin yaratılması, yirminci yüzyılda yeni kentlerin ve yeni imajların yaratılmasının da kapısını aralıyordu. Paris’in Haussmanlaşması, Benjamin’in Berlin okumaları, Harvey’in zaman ve mekan sıkışması eleştirileri, Barthes’in Eyfel Kulesi eğreltilemeleri yeni devingen insanın seyahat algısını ve tüketim endüstrisinin nesnesi olma halini ortaya koyuyordu.  Modern seyahat algısını geliştiren sömürgeci geleneğin diğer bir keşfi de “doğu imajıydı”. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılın sömürgeciliğinin ataları doğunun maddi zenginliklerini batıya taşımakla, doğuyu bir tüketim nesnesi olarak da pazarlamanın kapısını açmışlardı.. Hindistan’dan getirilen baharat, Troya’dan taşınan hazineler ortaya çıkan yeni orta sınıfların seyahat etme arzusunu da kamçılıyordu.

Bu uygarlık artığı olarak görülen toplumsal yaşam biçimlerinin, kültürlerin, yaşam tarzlarının bulundukları yerde görülmesi, gezilmesi fikri, kitle endüstrisinin ve kültürünün de yeniden üretilmesine olanak sağlıyordu. Bu seyahat algısı, yirminci yüzyıl boyunca kendini kitle turizmi olarak dışa vuracaktı. Gemiler, trenler, uçaklar sadece malları değil, konserve kutuları gibi paketlenmiş insanları da bu yeni imaj merkezlerine taşımaya başlamıştı. İnkaları, Kızılderilileri paketlemeyi başarmış kapitalist seyahat endüstrisi için artık büyük bir pazar doğmuştu: Doğu: Mısır, Sümer, Antik Anadolu, Hindistan..büyük kitle harekelerinin yeni merkezi haline geldi. Hititlerin su tanrıçası Pınarkızı[1], gıda ile birlikte Anadolu’nun antik buğday ambarları,  hava ile tanrısı Enlil satılığa çıkartılmıştır.  Bu saydığımız coğrafyalar aynı zamanda üzerinde yirmi birinci yüzyılın büyük paylaşım savaşlarının da şekillendiği coğrafyalardı. Bu coğrafyada sadece imajlar değil, yaşam tarzları, kültür, doğa ve insani değerler de metaı haline geldi. Aynı zamanda birer maddi zenginlik olarak doğunun emeği ve doğası endüstrinin her daim ilgi odağı oldu. Geç kapitalistleşmenin tüm sancılarını çeken bu coğrafyalar, yoksulluk, oryantalizm, barbarlık imajları ile yağmalanmayı hak etmiş ve tanrının gazabını üzerine çekmiş mekanlar olarak sermayenin tüm gücüyle savaşına meşruiyet katarken diğer yandan da, oryantalizm, barbarlık görülesi ve gezilesi nesneler haline de getirilmiştir. Sermaye çağı kendi yıkıntılarını bile satmayı ahlaki prensibi kılacak değerler sistemi ile bir yaşam tarzı geliştirmiştir.

 Hitleri’in  1936 – 39 yılları arasında mimar Clemens Klotz’a Almanya’nın en önemli mimarlık örneklerinden biri olan  Prora’yı inşa ettirdiği ilk kitle turizmine yönelik eser nasıl ki “fikri yıkımın tatili” imgesini canlı tutuyorsa, Irak müzesi’ne saldıran Amerikan’ın yarattığı uygarlık fikri de yirmi birinci yüzyılın kıtalar arası seyahat fikrinin yıkımını canlı tutuyor. Bu kitlesel devinim devletleri ve toplumları bugün ipuçlarını gördüğümüz muazzam bir kriz ve depresyona sürüklemektedir.  Maddi varlığını üretim ve adil bir paylaşım sistemine oturtmayan, kitlesel tüketim ve yeni yağmacılık sistemi, bu barbarlığı korumak adına değersizleştirdiği doğa ve kültürü finansal piyasalarda satamamanın da krizini yaşamaktadır. Yirmibirinci yüzyıl finans kapitalin seyyahları açısından tarihsel olarak biçimlen doğunun emek ve doğa zenginliklerinin sömürüsüne yönelik seyahat, bu sistemin ayakta kalması için bir zorunluluk haline geldi. Belki de yirmi birinci yüzyılın toplumsal devrimlerine beşiklik edecek bir doğa ve emek sömürüsüne beşiklik eden iki yüzyıllık bir yolculuğun önemli bir dönemecindeyiz..Bu dönemeç izleğini, Kafkasya-Ortadoğu ve Anadolu havzasında biçimlendiriyor.

Yeni Bir Yolculuk Doğuya Şart, Ama Nasıl ?

Doğu imgesinin elden ele dolaştığı kriz coğrafyasının istibdat uğrağında, iç siyasetin yeniden dizilen taşları arasında ideolojik ve teorik bir üstünlük ve motivasyonla çıkmak adına liberallerle aşık atmaya dönüşen ergenekon tartışmaları, kimilerince yeni yolların ortaya çıkması ve safların netleşmesi adına hayırlı oldu. İç siyasetin koltuk numarası ve otobüs markası belirleme vazifesi üstlenmiş liberal seyahat acenteleri, tur operatörleri, kaptan köşküne oturttuklar AKP’nin ülkeyi hizaya alma turundan da pek memnun kalmışlardı. Tevfik Fikret’lerin istibdat döneminde Yeni Zellanda’ya seyahat tutkusundan beklentilerini, kavanozun içinden konuşan liberaller AKP’den beklemeye başlamışlardı.

 Tam bu uğrakta, Ergenekon maşası ile iç siyasette balans ayarı çeken egemen blok, Kafkasya’da patlayan savaş ile bu balans ayarı arasındaki ilişkiyi de görünmez kılmayı bildi. Bürokrasi ve ordu içinde AB ve ABD karşısında Rusya ve Çin’i bir ittifak olanağı olarak ön plana çıkartan egemen bloğun diğer kanadına verilen Ergenekon mesajının, sol üzerindeki tesiri Ortadoğu ve Kafkasya’da ortaya çıkan sınıfsal çelişkileri, dış kapının mandalı olarak görmesine neden olmamalıdır. Kriz kavşağından geçerken, kapitalizmin her tarihsel uğrağını “yeni” bir dönemeç olarak yaftalamaya alışmış “politik dilimizin” aynası orta sayfa yazılarının kriz tartışmaları, olağan sınırlarını aşmış magazin dergilerine doğru genişlemişken, solun içini kaplayan tedirginlik halesini, Morales’in iktidarı almaya talip olduğu ilk devrimci kalkışmanın ardından, Bolivya Meclisinin merdivenlerinde dilinden döküldüğü rivayet edilen “henüz hazır değiliz”  itirafına dönüşecek bir sırra mı yormak gerek…Yoksa “kendiliğinden” sınıfsal imkanlar ülkesinde siyasal devrim perspektifinin, teorik düzeyde de talep merkezli sosyal hak mücadelesine dönüşmesine mi…

Bu noktada siyasal iktidar, toplumsal devrim, yaşanabilir bir dünya kurguları tali tartışmalar ve fikri takip düzeyleri haline gelirse bu seyahatte enerjimizin, nefesimizi ve nefsimizi sürdürmeye yetmeyeceğini görebiliriz. Üçüncü dünya savaşının alt yapısının oluştuğu Kafkasya-Ortadoğu-Anadolu üçgeninde, savaşın ve dolayısıyla sınıfsal mücadelenin, ekolojik krizin şekillendiği enerji-su-gıda üzerinden biçimlenen “köleleştirme” düzenine karşı, toplumsal direnişin ve çözümlemelerin ölçeği de tam da bu nedenle doğru ortaya konulmalıdır. Bir avuç kavanoz taraftarını ideolojik düzeyde ilga etmek için de bu ölçek oldukça önemlidir. Çünkü emek-doğa ve sermaye arasında keskinleşen kriz karşısında, dünyayı yeniden yaratmak zorundayız. Bu tarihsel sorumluluk ise Misak-ı Milli sınırları içinde düzen içi tartışmaların uğraklarına siyasal bir overlok çekme kolaycılığı ile anlaşılacak gibi değil. Bu hattan üretilecek politik tutumlar, doğunun imgesin satan, ama barbarlığı da hep bu topraklara layık gören liberal-muhafazakar seyahat acentelerinin, yirmi birinci yüzyılın yeni sömürgecilerinin ideolojik eksenine bizi mahkum bırakacaktır. 

Ulusal sınırların ortadan kalkmamış olması, küreselleşme tezlerinin, Fukuyama’nın tarihin çöplüğüne atılıyor olmasına bakıp da yaşadığımız siyasal ve toplumsal krize karşı asgari mücadele zemininin, asgari ölçeğini, ulusal sınırlar içinde aramak mümkün olmaktan çıktı. Barbarlık, oryantalizm ve yoksulluğun seyahatine karşı, kitlesel bir direnç yaratmak açısında enerji, su, gıda ile birbirine kaderleri bağlanan halkların ortak, toplumsal ve asgari politik taleplerini öngören bir birleşik mücadele politikasına ivedilikle ihtiyaç var. Kafkasya da savaşın ucu, doğalgaz ve petrol pazarlıkları üzerinden fitillenirken, Ortadoğu da şahin bir kuş olmaktan çıkıp, silah markası haline gelmişken, Dicle’nin  beri yakasında su varlıkları tek tek yağmalanırken, su, gıda ve enerji üzerinden sömürge savaşları keskinleşmişken, emeğin ve doğanın özgürleşmesine olanak tanıyacak bir toplumsal, siyasal proje hangi ölçekte ve nasıl hayata geçirilecek?   Burada eksenimize almamız gereken mesele batı imgesi karşısında bir doğu fetişizmi değildir elbette. Mekânsal ölçeğin nasıl tarihselleştirileceği önemlidir.

Burada vurguladığımız doğu, tarihsel anlamda emek ve doğa sömürüsünün en keskin biçimde yaşandığı Kafkasya, Ortadoğu ve Anadolu üçgeninde ortaya çıkan sınıfsal çelişkilerin ve bu bağlamda ekolojik krizi aşmanın gerekliliğinin tarihsel ve devrimci bir konumlanış olacağı iddiasının filizlendiği tarihsel mekandır. Bu açıdan işe “Ekolojik kriz” mevhumunu pastoral öğeler kovalayan çocukların oyun bahçesi olarak gören bilinçaltından kurtularak başlayabiliriz. Ne dünyayı “battı, yandı, gidiyor” diye çığırtkanlığı yapanların, üçüncü sayfa doğa sevicilikleri ile değiştirebiliriz, ne de “madem battı, keyfimize bakalım” kolaycılığı ile. Dünya üzerinde sermayenin hareketliliği ve kar elde etme güdüsü her geçen gün tüm yaşamı metalaştırırken, bu yok oluşa karşı duruşun olanakları nasıl yaratılacaktır? Şuna ikna olmak zorundayız, sermaye büyük oynuyor, büyük bir yok oluşa oynuyor, o halde biz de yeni bir uygarlık projesine hazırlanmalıyız. Bu hazırlık elbette yaşamlarımızda köklü dönüşümleri zorunlu kılacak. Bu zorunlulukların kapsamı, hem pratik hem de teorik eksenlerimizi yeniden inşayı gerekli kılmaktadır.

Ekolojik Kriz, tartışılırken belki de ilk elden bu krizin temel iki görünümü olan doğa ve emek sömürüsünün ortadan kaldırılmasına yönelik politik öznenin inşası sürecinin zorunlu olduğunu görmek gerekir. Bugün giderek mısır patlağının damakta bıraktığı kuruluk ve genizde yapışma hissiyatıyla yayılan “ekoloji” evet çok önemli hissizliğinden kurtulup doğa ve emek sömürüsü demek olan “ekolojik kriz”i aşacak bir dolayımlama düzeyine ihtiyaç var.  Bu düzey aynı zamanda yıllardır, kadın sorunu (!), ekolojik sorun(!), işçi sınıfı sorunu(!), kürt sorunu(!)gibi birbirinden yalıtık kompartımanlara bindirilmiş, hissiz ve apolitik siyaset algısına da bir nebze karabiber kokusu katacaktır.  

Ekososyalist Bir İktidar Mümkün

İçinde bulunduğumuz coğrafyada solun gerçek bir siyasal seçenek olarak kitleselleşebilmesi için, Ortadoğu-Kafkasya-Anadolu bloğunda biçimlenen ekolojik krizi aşmayı önüne koyacak bir toplumsal projeye ihtiyacı vardır. Bu coğrafyalarda ortaya çıkan sınıfsal çelişkinin emek cephesi, doğu imgesini yüzyıllardır satan AB ve ABD menşeli emperyalist bloğun bileşenleri ile, Doğuyu  pazarlamayı öğrenen Çin ve Rusya’da iktidarda bulunan kapitalist odaklar karşısında toplumcu bir olanak olmaktan bugün için uzaktır. Ancak bu uzaklık bir mesafe sorunu olarak değil, ideolojik bir sorun olarak anlaşılmalıdır.  Rusya, Çin ile AB ve ABD’nin üzerinde tepiştiği petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinden biçimlen kapitalist uygarlığın yarattığı savaş ve barbarlık düzenine karşı sol ekolojist bir seçenek, bu paylaşım savaşının yorumcusu kalarak yaratılamaz.  Petrol ve doğalgaz paylaşımına dayanan kapitalist üretim tarzı için doğa ve emek sömürüsü, bu sistemin devamı için bir zorunluluk haline gelmiştir.

Bu zorunluluğu sürdürmek içinde tüm bu coğrafyaları bugün birbirine kaderlerini sadece boru hatlarıyla bağlamamıştır. Aynı zamanda bu coğrafya da halkların kaderleri, sermaye bloğu karşısında, gıdayı, enerjiyi ve suyu hakça paylaşacağı bir toplumsal düzen kurma zorunluluğu ile de birbirine bağlanmıştır.  Şimdi birinci elden şu soruyu sormak gerekiyor, bu ülkede kriz koşullarında sosyalist ekolojist bir siyasal iktidar potansiyeli ortaya çıktığında, devrimci bir durum olgunlaştığında, acaba bu iktidar, temel üretim için enerji, halkın beslenmesi için gıda, yaşamın temel direği suyu nereden bulacaktır.  Enerjisi petrole ve doğalgaza yaslanan bir coğrafyaya barış, demokrasi ve özgürlük gelmediğinde, Türkiye’de sol bir seçenek iktidarda kalmayı becerebilecek midir?  Bu soru, aslında indirgemeci haliyle, kapitalimin devrevi krizi karşısında siyasal ufkumuzun gerçek anlamda bu krizi aşmaya muktedir olma arzusu taşıyıp taşımadığın, buna yönelik bir potansiyel barındırıp barındırmadığını bilme arzusundan kaynaklanmaktadır. Basit bir ezberimiz var biliyorum. Bu ülkede maddi zenginlikler bol miktarda bulunmaktadır. Önemli olan onu doğru, bilimsel ve akılcı kullanma sorunudur. Eğer cevabımız buysa, bu ülkede gerçek anlamda bir sosyal demokrat iktidar, adil bir dağıtım sistemi ile tüm sorunları çözecektir. Bu ülkenin sorunları o halde üretim tarzından kaynaklanmamakta..

Oysa bu coğrafyada emperyal kapitalist sistemin doğa ve emek sömürüsünün yarattığı ekolojik kriz, basitçe bir dağıtım ve sosyal politik iyileştirmelerle aşılmaz. Bu bir siyasal ve toplumsal devrim meselesidir. Bu coğrafya da enerji, gıda ve su giderek tekelleşmektedir. Toplum kendi gıdasını, enerjisini karşılama olanaklarını yitirmektedir. Su varlıkları giderek yok edilmektedir. Bununla birlikte milyonlarca insan kentlerden ve kırdan kovulmaktadır. Açlık, belgesel kanallarının bir metası haline çoktan gelmiştir. Bu coğrafyada savaş ekonomisi muazzam bir insan ve doğa gücünü pervasızca tüketerek karına kar katmaktadır. Kapitalist üretim tarzı, bir yandan yaşamın maddi varlık koşullarını toplumdan kopartırken diğer yandan da yaşamın varlık koşullarını tehdit etmektedir. Bu nedenle sosyalist bir alternatif basitçe, akılcı ve bilimsel yönetim anlayışı olamaz. Maddi yaşam pratiklerini değiştirme arzusu ve inancı olmayan bir politik hat, bu ülkede yenilgi psikolojisini yeniden üretmekten başka bir işlev göremeyecektir. 

Bu ikameci siyasetin diğer ılımlı kanadında yer alanlar ise bu ülkede giderek yaygınlaşan piyasacı çevrecilerin ruhunu pelesenk edinmiş siyaset söylemini solculuk sanmaktadır. İmajlar ve değerlerin satılığa çıkartıldığı barbarlık coğrafyasına paket çözümler üreten bu uzmanlar oligarşisi için ise enerji sorunu teknik bir sorundur. Rüzgar ve güneşe yükledikleri kutsal anlamlar kümesi ile tüm sorunları çözmeye taliptirler. Tıpkı termikçi ve petrolcü muadilleri gibi, kapitalist üretim tarzının tüketim ve yağma kültürünü görmezden gelerek üretilen kestirme cevaplarla enerji sorununu çözüverirler. Çünkü onlar için de enerji meselesi bir uygarlık-barbarlık meselesi değildir. Bir teknik yönetim meselesidir. Bu ülkede bol miktarda “kaynak” vardır. Akıllı yöneticiler, silah coğrafyasının sorunlarını çözecektir. Aklı kendinden menkul uzmanlar oligarşisi, kendinin içinde olmadığı bir çözümü kabullenmez.

Toplumun yeniden, uzmanlara ve seçkinler ordusuna ihtiyaç duymadan enerji üretebilecek olmasını aklının ucundan bile geçirmez. Hele hele enerjinin toplumsallaşması mevhumunda,  sermayenin büyümesine dayalı üretim tarzı aşılmadığında, mevcut yok oluşa rüzgar ve güneşi de alet ederek teknisyenlik yapacağını hiç aklına getirmez. Kestirme cevaplara ve talep merkezli siyaset algısına kendimizi sıkıştırmadan, ekolojist, sosyalist bir alternatifin pratik ve teorik olarak mümkün olduğunu bilerek ve isteyerek politik alanı güçlendirmek, Pınarkızı’ nı ve Enlil’ i  toplumsal zenginliğinde yaşatacak eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal proje için başlangıç olacaktır.  Bugün oryantalizm ve kapitalizm kıskacında mevcut doğa varlıklarının yaşam alanlarını koruyacak ve değersizleştirilen emeğin varlık koşullarını geliştirecek bir direniş politikasına ihtiyaç duyuyoruz. Bu durum, doğa ve emeği birlikte politik eksenine alan emek eksenli bir ekoloji mücadelesini zorunlu kılmaktadır.

Emek sömürüsünün, cinsiyete, etnik kökene dayanan veçhelerinin giderek derinleştiği, toplumlar arasında derin çelişkilerin ortaya çıktığı günümüzde cephe mücadelesinin bölgesel ve sınıfsal bir form kazandığını görmemiz gerekiyor.  Emekçilerin muktedir olduğu bir toplumsal projeye yönelik dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkmaya başlayan su, gıda, enerji hareketlerini de kapsayan toplumsal hareketlerin üzerinde yükseleceği programatik ve örgütsel bir zemine dünden daha fazla ihtiyaç var.  Bu hareketleri örgütsel düzeyde bir araya getirme ve asgari bir projede buluşturma amacı,  emeğin siyasal bir özne olarak ortaya çıkacağı zeminlerden yaratılmasını dayatmaktadır. Ekososyalist birliktelikler bu niyet için geç kalınmış bir başlangıç olarak bugün önemsenmesi ve üzerine düşünülmesi, emek harcanması gereken oluşumlardır. [2]   Bu eksende, dünyada ve bölgemizde enerji, gıda, su üzerinden şekillenen doğa, emek sömürüsü ve veçhelerinin ortaya çıkardığı ve çıkaracağı direniş odaklarını, politik sektörcü bir bakış açısına indirgemeden kavramamız gerekiyor. Her şeyden önce emeğin muktedir olduğu bir direniş politikası fikri için ekolojist toplumsal bir pratiğe-pratiklere ihtiyacımız olduğunu hissetmek gerekiyor.

Dünden Daha Yakın

Ortadoğu, Kafkasya, Anadolu’da yükselen petrol ve doğalgaz ile kendini temsil eden barbarlık karşısında ise hemen yerine getirilmesi gereken politik sorumluluklar vardır. Bu sorumluluklar doğu’nun imgesini satan seyahat acentelerinin ideolojik overloklarından sanırım daha kıymetlidir. AKP ve ordu arasında sermaye yanlısı artan işbirliği, bölge düzeyinde yükselen istibdat rejimleri karşısında, bölgesel bir sol seçenek için bugün siyaset alanı zengin bir direniş potansiyeli zemini sunmaktadır.  Birinci elden sol bir seçenek için sermaye karşısında, yoksulluğu, barbarlığı, oryantalizmi ilga edecek bir politik duruş gerekmektedir.  Bu nedenle özellikle kır ve kent çelişkisini aşmaya yönelik politik eylemlilikler inşa etmek gerekir.

Kentleri paramparça eden endüstriyel kentleşme projeleri, doğa varlıklarının yağmasını ve iklim değişikliğini, emek sömürüsünü hızlandırmaktadır. Kentte yaşayan yoksulların sefalet düzeyi artmış, demokrasi ve siyasal haklarını yitirmiş geniş bir emekçi kitlesi ortaya çıkmıştır. Ortadoğu’yu, Kafkasya’yı ateş gölüne çeviren petrol ve doğalgaz üretimine dayalı kapitalist barbarlık, Türkiye’de bir kölelik düzeni kurmaktadır.   Finans piyasalarının yeni yatırım aracı olan konut politikasında köklü bir dönüşüme gidilmesi için mücadele etmek gerekir. Kentsel dönüşüm projeleri, demir, çimento, kum ve inşaat sektörlerini hareketlendirmektedir.

Endüstriyel tarzda büyüyen kentler, otomobile dayalı uygarlığı, tüketim kültürünü ve savaşın yükseltilmesine zemin hazırlamaktadır. Türkiye bir şantiyeye dönüşmektedir. Böylece kentlerdeki bu gelişme yoğun bir doğa varlığını hammaddeye dönüştürmekte iklim değişikliği hızlandırmaktadır. Başta iklim değişikliği olmak üzere bu krizin çözümü egemenlerin protokollerini imzalatmak-imzalamak için girişilen yarış olmayacaktır.   Diğer yandan endüstriyel kentleşme, niteliksiz konutların sayısını çoğaltmakta, ısınma açısından da yeni sorunlara neden olmaktadır. Evler, doğanın hava koridorlarına göre tasarlanmadığından kışın soğuk, yazın sıcak olmakta, bu da yoğun bir enerji kullanımını körüklemektedir. Bu nedenle kentsel dönüşüm politikalarına karşı mücadele hattı, iklim değişikliği ve enerji konusundaki mücadelenin önemli bir alanıdır. Bu alanda sermayenin finansal birikim beklentisinin önü konut üzerinde mülkiyet ilişkilerini de çözecek bir kent düzeninin bölgesel ölçekte yaratılmasıyla alınacaktır.

Tarım arazileri üzerine yoğun bir yapılaşma baskısı yaratılmakta, su varlıkları kaybolmakta, gıda krizi keskinleşmektedir. Kırsalın kapitalistleşmesiyle birlikte, tarım arazileri, fabrikaların ve kentlerin baskısı altında kalmaktadır. Kır nüfusunun yaşam alanlarını daraltmayan, bu nüfusun geçim araçlarını ortadan kaldırmayan bir politikaya acil ihtiyaç vardır. Endüstriyel tarım ve genetiği değiştirilmiş organizmalara dayalı üretim, toplumsal eşitsizlikleri ve adaletsizliği arttırmaktadır.  Enerji, madencilik, tarım alanlarındaki gelişmeler kır nüfusunu ve kır ekosistemini yoksullaştırmaktadır. Hidroelektik, termik santraller tarım arazilerini de yok etmektedir. Enerji de geliştirilecek bir planlama yaklaşımı her şeyden önce, emeğin ve doğanın geçim olanaklarını ve sınırlarını yok etmeyecek bir tarzda geliştirilmelidir.

Türkiye’de sayısı hızla artan maden şirketlerinin ruhsatlarının bir an önce iptal edilmesi için mücadele edilmelidir. Bu ruhsatlar, enerji, su, tarım, orman, deniz, hayvancılık alanlarındaki bütünlüklü planlama yaklaşımlarının bütünlüklü bir tarzda geliştirilmesinin önündeki en büyük engeldir. Bu alanda yürütülen mücadeleler bu açıdan son derece önemlidir. Ormanlar kamusal varlıklar olarak geliştirilmelidir. Orman ekosistemlerini tahrip eden her türlü siyasi ve iktisadi tasarruf durdurulmalıdır. Bununla birlikte bitki ve genetik çeşitliliği tehlikeye sokan her türlü uluslararası sözleşme, ormanları, bitki, hayvan türlerini, genetik çeşitliliği koruyacak şekilde yeniden düzenlenmelidir. Bu varlıklar mülkiyet konusu yapılmamalıdır. Su varlıklarının, kalkınmacı bir esasla değil, kullanım değeriyle değerlendirilmesini esas alan ölçekte havza yönetimi yaklaşımları geliştirilmelidir. Kır ve kentin yeniden planlanması sağlanmalıdır.

Su, özelleştirme veya başka yöntemlerle mülkiyet konusu yapılmamalıdır. Su hakkı ve suyun hakkı temel bir hak olarak anayasal güvence altına alınmalıdır. Tarımsal sistemler bu eksende dönüştürülmelidir. Bunun içinde havza ölçeğinde bir planlama yaklaşımı esas alınmalıdır. Sulak alanların, göl ve deniz ekosistemlerinin de bu ölçekte planlanması sağlanmalıdır. Enerji politikalarında öncelikler değiştirilmelidir. Yoğun enerji tüketen sanayi üretimini, başta silah sanayini, dünya ölçeğinde bir konsensüsle, ilga edecek bir politik tutum izlenmelidir. Enerji mülkiyet konusu olmaktan çıkartılmalıdır. Enerjinin, kent ve kır bütünlüğünü koruyacak bir eksende planlanması gerekir. Fosil yakıtlara dayalı enerji üretiminden bir an önce vazgeçilmelidir. Ortadoğu’da ve dünyada her gün derinleşen savaş koşulları toplumsal zenginliğin önemli bir kısmının askeri harcamalara ayrılmasına neden olmaktadır. Bu nedenle ekolojik kriz konusunda adım atmayı önüne koyan herkes, her şeyden önce, demokratik ve eşitlikçi bir siyasallaşma sürecini önüne koymalıdır. Askeri harcamalar, ekolojik krizi derinleştirmektedir.

Bu açıdan dünyada barış politikalarına ihtiyaç vardır.  Eşitlikçi ve kolektif bir toplumsal hukuka dayalı olarak yaşam yeniden yapılandırılmalıdır. Yargı kararlarının uygulanması için geliştirilen her türlü mücadele bu açıdan son derece önemlidir. Mahkeme kararı tanımadan, şirketleri kollayanların ekolojik krize ve başta iklim değişikliği konusunda söyleyecek hiç bir samimi sözü olamaz. Maden işletmelerini matbu ÇED raporlarıyla hizmete sunanlar, binlerce taş ocağına ruhsat verenler, hidroelektrik santrallere kalkınmışlık ikonu olarak yaklaşan egemenler, doğa ve emek sömürüsünü, yani ekolojik kriz sorununu çözemez.  Ormanları, kıyıları, kentleri, tarım arazilerini satanlardan kurtulmak gerekir.  Kuzey Irak’a elektrik satmak için kurulan Silopi termik santrali’ne karşı durmadan, uyuşturucu dolu tırlardan rüşvet pazarlığı yapanlara karşı siyasal bir cephe örmeyen siyasal otoritelerin inandırıcılığı olamaz. Nükleer santral projelerini bölgesel güç gösterisine dönüştüren, bunun için yasa çıkartanların, iklim değişikliği konusunda atacağı hiçbir adım, sorunu çözmeyecektir.[3] Bunun için de bugünden, enerji, su, gıdanın hakça ve varlık koşullarının korunarak geliştirilmesine dayalı  kamu idaresinin örgütlenmesi gerekmektedir. Bu konuda bütçeden özel bir pay ayrılması için mücadele etmemiz gerekir.             

Orta vade de Türkiye’nin içinde olduğu bölge de, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’da enerji, su, tarım, iklim, gıda konularında bütünlüklü bir planlama yaklaşımı içinde, eşitlik ve dayanışma temelinde, bilgi, deneyim, mal ve hizmet paylaşımını esas alan anlaşmalar hayata geçirilmeli ve bu anlaşmalar tüm bir dünyaya model olacak tarzda geliştirilmelidir.  Bölgesel ölçekte, iklim değişikliğini durdurma politikaları bu zeminden yeni bir uluslararası sözleşme mantığıyla hazırlanmalıdır. Bu coğrafyada uygarlığın ekseninden petrolü çıkartmayı ilke edinen, yarışmaya dayalı değil, paylaşmaya dayalı kültürel bir motivasyon bölgemizdeki savaş ve yoksullaştırma politikalarının da önüne geçecektir. Enerji, gıda, su konusunda bu açıdan bölge halklarının eşitlik ve dayanışma temelinde ortak hareket etmesi, sürekli pompalanan enerji, su, gıda krizi risklerini de uzun vadede ortadan kaldıracaktır. Uzun vade de bugüne kadar kenti ve kırı yağmalayan büyüme ve kalkınma politikalarından bir an önce vazgeçilmelidir. Bunun içinde iklim değişikliğine çözüm açısında öncelikli olarak devlet bütçesinden yıllardır, kara ve hava taşımacılığı, endüstriyel sanayileşmeye ayrılan payı ortadan kaldıracak bir politik hat benimsenmelidir. Bunun yerine, doğayla barışık üretim tarzlarının geliştirilmesi, araştırılması, emeği ve doğayı sömürmeyen üretim ve tüketim yollarının geliştirilmesi ve özendirilmesi gerekmektedir.  Bu açıdan ekolojik krize karşı mücadele bir uygarlık mücadelesidir. Bu mücadelede eşitlik, dayanışma, kolektivizm ve halkların kardeşliği olmazsa olmazlar olarak inşa edilmelidir.

Ekolojik kriz, siyasal iktidarın ve ekonomi politiğin değişikliğini zorunlu kılmaktadır. Enerjinin, suyun, havanın, toprağın eşit ve adil değerlendirilmesini esas alan kalkınmacılığı dışlayarak aşan bir planlama, üretim, tüketim ilişkileri bütünlüğü ekolojik krizi aşmak için de başlangıç olacaktır.

Sonuç: Siyasal İktidarın Zayıf Halkası

Barbarlık, yoksulluk ve oryantalizm satan liberal-muhafazakar finans seyyahlarının Ortadoğu-Kafkasya-Anadolu üçgeninde yarattıkları sömürgeci düzenin zayıf halkası hava, gıda, su, enerji üzerinden şekillen ekolojik krizdir. Ekolojik krize karşı bir direniş ve mücadele cephesi, ufkuna siyasal iktidar olmayı alacak bölgesel bir ekolojik devrim perspektifiyle inşa edilecektir.  Bu mücadele cephesinin, bölgesel düzeyde inşası için, emek eksenli bir özneleşme süreci, halkların eşit, adil ve özgürlükçü bir toplumsallaşma ve bir arada yaşama süreci için ön koşuldur. Emek eksenli bir ekoloji mücadelesi, bu coğrafyada içselleştirilen istibdat düzenine karşı, sermayenin yağmacı ve yıkıcı barbarlık düzenin karşısında politik bir olanak olarak yaratılmalıdır. 

Ekososyalist Manifesto’dan, Halkların Protokolü’ne kadar bir dolu çaba da dünya üzerinde ekolojik krize karşı birleşik mücadele etmenin imkan ve tartışma düzlemlerini yaratmaya çalışmaktadır. Bu tartışmaları ve olanakları ıskalamayan ve bulunduğu yerde emek eksenli sınıfsal direnç noktalarını, yarın iktidara gelecekmiş gibi kurgulayan bir gelenek için biriktirmek tarihsel bir sorumluk olarak önümüzde durmaktadır.  Owen’ın geliştirdiği fabrika sosyalizmi özlemleri nasıl ki tarihsel ve siyasal mirasımızca aşıldıysa, Morris “gelecekten anıları” romanında nasıl bir gelecek rüyası kurduysa, Aristofanes’in “Kuşlar” oyunu, otoriteye ve tahakküme direnci anlıklarımıza kazıdıysa, bulunduğumuz coğrafyanın emek olanakları da yirmi birinci yüzyıl finans seyyahlarına karşı kendi imgesini yeniden yaratacak bir gücü doğuracaktır.

 [1] Beyşehir ilçesindeki arkeolojik kazı alanında  M.Ö. 12. yüzyılda Kızılırmak havzasında devlet kuran Hititlere ait su tanrıçası ‘Pınarkızı’ uzun uğraşlardan sonra 1998 yılında ortaya çıkarıldı. Bundan on yıl sonra ise, 2008 yılında Beyşehir gölü endüstriyel tarım ve kent atıklarının etkisiyle kurudu. Yok edildi.

[2] 7-8 Ekim 2007 tarihlerinde aralarında Arjantin, Avustralya, Belçika, Brezilya, Danimarka, Kıbrıs, Fransa, Yunanistan, İtalya, İsviçre, Birleşik Krallık ve ABD gibi 13 farklı ülkeden birçok ekolojist parti ve hareket içinden aktivistin “Paris Buluşması” sonucunda Uluslararası Ekososyalist Ağ’ın kuruluşu dünyaya duyurulmuştu. Ağ ile, 2001 yılında Joel Kovel ve Michael Löwy tarafından Paris’te yayınlanan ekososyalist manifestoyu referans alan ve onu son yıllarda yaşanan yeni deneyimlerle zenginleştiren bir manifestonun hazırlanmasına başlandı.   27 Ocak- 2 Şubat 2009 tarihleri arasında Brezilya’nın Amazon bölgesindeki Belem kentinde, Dünya Sosyal Forumu’na paralel olarak yapılacak Ekososyalist Forum ile açıklanacak olan ikinci manifestonun taslağı, Kovel-Löwy ikilisine Ian Angus’un da katılımıyla 2008 yılının Nisan ayında kaleme alındı. Taslak, katılımcı bir üslupla, kamuoyuna açık bir iletişim listesinde dünya çapında yorum, eleştiri ve önerilere açıldı. Taslak Ekososyalist Manifesto metnini,http://www.ekolojistler.org/2.ekososyalist-manifesto.html adresinde bulabilirsiniz. Ekoloji Kolektifi de bu doğrultuda 14 Temmuz 2008 Pazartesi günü İstanbul’da, 15 Temmuz 2008 Salı günü Ankara’da ve 17 Temmuz 2008 Perşembe günü Mersin’de olmak üzere üç tartışma toplantısı düzenledi. Her üç ilde de tartışmalar, taslağın geneli üzerinden (birinci manifesto metniyle kıyaslamalı olarak) bir yöntem tartışmasıyla beraber taslağa ilişkin genel eleştiriler ve ardından da somut önerileri içeren bir eksende gerçekleştirdi. Bu toplantıların ardından derlenen somut eleştirilerin ve önerilerin yer aldığı metni http://www.ekolojistler.org/2.-ekososyalist-manifesto-taslak-metni-tartismalari-ozet.html adresinden bulabilirsiniz.  Bu toplantılar ardından Ekoloji Kolektifi, ekososyalist manifesto tartışmalarını teorik ve pratik düzeyde derinleştirme ve Dünya Sosyal Forumu bünyesinde yapılacak Ekososyalist Forum’a Türkiye’de yürütülen tartışmaları İngilizce/ Türkçe bir kitap/derleme olarak aktarma kararı aldı.  

[3] Mehmet Ali Üzelgün tarafından kaleme alınan,” Somut ve Gerçekçi Bir İklim Değişikliği Manifestosu”  için bakınız,http://www.ekolojistler.org/baglantilari-kurmak-somut-ve-gercekci-bir-iklim-degisikligi-manifestosu-mehmet-ali-uze.html

Yoruma kapatılmıştır.