Bergama Davası Sürecinde Çevre Sorunlarının Çözümüne Halkın Katılımı ve Kitle Örgütlerinin Bu Sürecteki Rolü

Untitled-1

Fevzi Özlüer

Her şeyden önce bu çalışma ‘çevre sorunlarının’ Bergama Davası sürecinde (Bergama hareketinin başladığı 1989 yılından günümüze karmakarışıklaşması başat bir rol oynaması nedeniyle zamansal olarak bir sınırlandırmaya tabi tutulmuştur. Çevre sorunları gerçek anlamıyla dünyada son otuz yıldır tartışılırken, ülkemizde bu sorunun tartışılması 90’lı yıllarla ivme kazanmıştır. Sorunun ekonomik, politik, kültürel temelleri üzerinden yapılacak bir değerlendirmede; halkın bu sorunların çözümüne hangi perspektiften yaklaşması gerektiği önem kazanmaktadır.

1-Bergama Davası süreci ile kastedilen 90’lardan günümüze kadar ki zaman dilimidir.

2-90’lı yıllarla birlikte Türkiye’nin yaşadığı çevre sorunlarının temelleri nelerdir?

a)Ekonomik örgütleniş                 b)politik örgütleniş                         c)kültürel örgütleniş

3-Halkın katılımın bu süreçlerden hangisine denk düştüğü!

4-Halkın katılımın çevre hukukundaki yeri?

5-Katılımın önkoşulu nedir?

6-Katılımın şekilleri nelerdir? (Kitle örgütleri bu sürecin neresinde?)

7-Katılım türleri ve katılımın işlevselliği

8-Sonuç: Parlamenter demokrasiden ekolojik kolektiflerine temsili demokrasiden doğrudan demokrasiye!

2 (A) Ekonominin örgütlenme biçimi piyasa ekonomisine dayalı, büyüme eksenli, dışa bağımlı, liberal ekonominin işleyiş mantığı

2 (B) Devletin küçültülmesi perspektifine bağlı olarak devletin tüm bürokratik biçimlerine (işletmeci, iktisatçı, ekonomist atanarak yönetimin mantığının piyasanın işleyiş mantığına uyarlanması. Böylece tüm karar alma süreçleri konunun uzmanlarınca değil (mesela Çevre Bakanlığıyla yada çevreyle ilgili bir konuda) piyasacı mantıkla çözülmeye çalışılması 2 (C) Bu bağlamda ilgili bakanlık yada kamu kuruluşunun çevreye olan ilgisizliği ve bilgisizliği. 2 (D) Çevre sorunlarının kapsamına giren (kıyı şeritleri, orman alanları, verimli tarım arazileri, sazlıklar, ekosistemlerin) önemli bir rant kapısı olarak görülmesi

2 (E) Ulusal çevre programının hükümetlerin inisiyatifiyle yap boza dönmesi ve bu mevzuatın bu bağlamda işlevsiz bırakılması.

2 (F) iletişim araçları (radyo, televizyon, kitap) aracılığıyla yaşanan dezenformasyon (yanlış- çarpık bilgilendirme, bilinçli apolitikleştirme)

2 (G) Sanayileşme mi çevre mi kıskacına alınmış halkın ideolojik olarak yanıltılması 2 (H) Tüm bu başlıklara paralel olarak çevre yönetiminin, ekolojik bir politikadan yoksun olması.

3)Tüm bu belirtilenlerden yola çıkarak halkın çevre sorunlarına yada çözümlerine katılımı, egemen perspektif açısından şunu içeriyor:

Çevre sorunlarıyla, ekonomik yapı arasında bir ilişki yoktur. Bireyler ortaya çıkan sorunları tekil müdahalelerle önlenmelidir. Zaten çevre hakkı da anayasada belirtildiği gibi vatandaşa hak ve ödevler yüklemektedir; ancak bu ödevlerden ülkemize sermaye getirecek, kuruluşlar aridir (dışındadır). Bireyler eğitilerek çevreye karşı duyarlı hale gelebilirler. Böylece kapılarının önüne temiz tutarlar, sokağa tükürmezler…

Ancak yine yukarıdaki perpektifle çevre sorunu; ekonomik, politik, kültürel alanları kapsar, insanlar eğitildikleri için değil birebir hava kirliliğini, su kirliliğini, oksijensizliği, ormansızlığı yaşadıkları için bilinçlindirler. Bilinçlerini belirleyen yaşanan nesnel gerçeklerdir.

Bu nesnel gerçek ise tarihsel olarak ekonominin işleyişini içkindir. Halktan da bu yüzden “nasıl üretilmeli, ne kadar üretilmeli, kimin için üretilmeli” sorularına yanıt verecek şekilde katılım süreçlerine müdahil olmalıdır. Bunun için de liberal ekonominin işleyiş yasalarını, çevrenin ve insanın nasıl sömürüldüğünü, kaynakların azınlıklığın çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanıldığını  kavrayarak bu kavrayışı soruların çözümüne yönelik bir politikaya dönüştürmelidir. Bu kavrayışın politika haline getirilmesi sürecinde halkı kültürel olarak da gündelik hayatına müdahale edecek kendine yönelttiği sorgulama yöntemleriyle sorunun çözümünde birey  mi- devlet mi ikiliğini aşacaktır. Kendisinin dönüşümü, devletin de dönüşümünün zeminini hazırlayacaktır.

4)Halkın Katılımının Çevre Hukukundaki Yeri: Halkın saydığımız ekonomik, politik, kültürel süreçlere katılımı çevre hukukunda anlamını bulan çevre hakkının da uygulamaya aktarılmasına katkı sağlayacaktır. Bildiğiniz gibi çevre hakkı geleneksel haklardan belli noktalarda ayrılmaktadır. Bu ayrıma gitmeden önce geleneksel hakları kısaca belirtmekte yarar var. Bu haklar şunlardır: Fransız ve Amerikan burjuva devrimlerinde sonra pozitif hukuk belgelerine geçirilen ve genel olarak burjuva sınıfının çıkarlarını korumaya yönelik negatif statü yada Birinci Kuşak hakları diyebileceğimiz hak ve özgürlüklerdir. Bunlara örnek vermek gerekirse; mülkiyet hakkı, seyahat hakkı vs. sayılabilir. Katılım hakları diyebileceğimiz haklar da genel olarak tarihsel seyri içinde (aslında sistematik kaygılarla) bu kategoride sayılabilir. İkinci kuşak haklar ise ekonomik ve sosyal haklardır. Bu haklar ise kaynağını genel olarak eşitlikçi bir toplum perspektifine sahip sosyalist proje ve yönetim biçimlerinden alınmıştır. Çevre hakkı ise Üçüncü Kuşak haklardan sayılmaktadır. En genel anlamda sanayileşmeye dayalı büyümeci ekonomilerin ve bu ekonomik yapının modem kuramlarının işleyişinin yarattığı sorunların eleştirisi üzerinden ortaya çıkmıştır. Üçüncü kuşak hakların arasında barış hakkı, insanlığın ortak mirasından yararlanma hakkı, iletişim hakkı gibi haklar da sayılabilir. Üçüncü kuşak hakları diğer haklardan ayıran yönlerden biri, koektif çıkarın merkez rol oynamasıdır. Bireyin haklarını çiğnemeden kolektif çıkar ve bireysel çıkar arasında bir eşgüdüm yaratmaya çalışmasıdır. Tam bu noktada çevre hakkının geleneksel haklardan önemli farklar bulunmaktadır. Bunlardan ilki hak ve ödev kavramları yönündendir. Diğer haklarda hak ve ödev özneleri yönünden ayrılabilir. Oysa bir insan hakkı olarak çevre hakkında hak ve ödev birliktelik gösterir. Hk boyutunda birey devletten talepte bulunabilir ve çevreyi bozucu davranışta bulunanlara karşı harekete geçebilir. Ödev boyutunda ise hem bireyin çevreyi bozmamak hem de korumak için harekete geçmesi gereklidir.

Her ortaya çıkan hak kendisinden önce ortaya çıkmış hakları ya sınırlandırmış yada ortadan kaldırmıştır. 18. Yüzyılda köle çalıştırmak hak bu 20. Yüzyılda ya ortadan kalkmış yada biçimi farklılaşarak daraltılmıştır. Çevre hakkının ortaya çıkması ve pozitif hukukta karşılığını bulmasıyla bazı birinci kuşak hakları kolektif çıkarlar nedeniyle en azından çevre hukuku kuramsal düzeyde daraltmıştır. Örneğin anayasada mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına olamayacağı kabul edilmiştir. Kolektifin çıkarı anlamına gelecek çevrenin korunması için bu hakka getirilecek sınırlamalar bu hüküm karşısında anayasaya aykırı düşmeyecektir.

Aktif ödev bakımından ise bireylerin hakkın kolektif yönü nedeniyle bir araya gelerek, özellikle örgütler aracılığıyla çevrenin korunup geliştirilmesine fiilen katılıp katkıda bulunmaları çevreyi bozucu plan, politika ve kararları engellemek için harekete geçmeleri söz konusudur.

Bu hakkın uygulamaya geçirilmesinde örgütlü politikanın yani katılımın yeri çok önemlidir. Katılımın kendisi bizatihi bir hak olmakla birlikte, ekolojik politikanın uygulanmasında hakkın özüne ilişkin bir yere de sahiptir. Bizim özgür, yaratıcı bir etkinlik çabası olarak anladığımız katılım farklı anlamlarda son 30 yıldır uluslararası sözleşmelerde yerini almıştır. Stockholm Bildirgesi’nden Helsinki Sonuç Belgesine, Birleşmiş Milletler çalışmalarına ve oradan Rio, Johennesburg konferanslarına kadar çeşitli biçimlerde çevre sorunlarının çözümlerinde halkın katılımına yer verilmiştir. Uluslararası sözleşmelerden özellikle Gündem 21’de ve Arus Sözleşmesinde katılıma ayrıntılı değinmeler vardır.

Özellikle çevresel bilgi ve belgelere erişmede ve çevresel karar alım süreçlerine halkın katılımı hakkında ve katılıma ilişkin bir sözleşmenin hazırlanmasına değinilebilir. Ancak belirtmekte yarar var ki bu Birleşmiş Milletler, Avrupa Ekonomik Komisyonu’na (ECE) dahil ülkelerin çevre bakanlarınca ortaya atılan bu raporların herhangi bir bağlayıcılığı politik ekonomi bağlamında yoktur. Türkiye’de ise Çevre Kanunu da dahil olmak üzere katılıma ilke olarak yada genel kural şeklinde yer veren hiçbir yasa yoktur..

Verili toplumsal ilişkilerde katılımın “doğrudan demokrasi” olarak anlaşılmasının olanağının olmadığı gözeterek katılımın gerekliliği üzerine düşünmekte yarar vardır. Devlet yönetme biçiminin bürokratik işleyişi ve devletin sermaye sınıfının çıkarlarıyla eşgüdümlü işleyen bir organizma olduğu tarihsel olarak veri kabul edilirse tüm halkı ilgilendiren “çevresel üretim”in işleyişinde halkın taleplerinin ve beklentilerinin gözetilerek evriltilmesi bir gerekliliktir. Çünkü çevre alanındaki kolektif çıkar, bir azınlığın çıkarı değil alman kararla doğrudan yaşamı etkilenen halkın çıkarıdır. Üstelik çevre hukuku bağlamında çevrenin korunmasında menfaat ve sorumluluk herkese ait olduğuna göre herkesin bu süreçte sesine duyurma olanağına sahip kılınması doğal ve kaçınılmazdır. Çevre sorunlarının karmaşıklığı ve çok yönlülüğü nedeniyle bu konuda söz söyleme, fikir üretmeye, karar vermeye yetkili olanlar yalnızca konunun uzmanları değil doğrudan çevrenin korunmasına dair sorumluluğu olan halkındır. Böylelikle çevre hukukun da ilkelerinden sayılan çevre sorunları ortaya çıkmadan önlenebilmesinin gerçekleştirilebilmesine olanak sağlanacaktır. Böylece kısa dönemli çıkarlar pahasına gelecek kuşakların “sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı” ihlal edilmeyecektir.

Peki katılımın anlamı nedir?

Halkın kendi geleceğini doğrudan ilgilendiren çevresel yönetim konusunda da kararların oluşturulmasına etki etme, belirleme, yönlendirmedir.

Bu haliyle katılım süreci, verili toplumsal yapıyı çözümleyerek bu sürecin devinimine müdahil olabilmeyi, geleceği tahayyül edebilmeyi hem de kuramsal düzeyde ortaya çıkmış ilkelerin uygulanmasını denetlemeyi kapsamaktadır. Bu nedenle çevre hukukunda katılım ilkesinin düzenlemelere de yansıtılan asıl anlamı bireyleri kararların alınmasına dahil etmek olmakla birlikte bu kararları etkili kılabilmek içinde idari ve yargısal başvuru olanakları tanıma konusunun da ele alındığı görülür.

Bununla birlikte faaliyetlerinin yargı önüne getirilerek hukuki açıdan denetleneceğinin bilincindeki idare yurttaşların katılım aşamalarındaki görüşlerini dikkate almamazlık edemez. Böylece yargı yolu dava edilme korkusunun bürokratları katılım yollarım çalıştırmaya itmesi nedeniyle diğer katılım yollarının garantisini oluşturmaktadır.

Ancak unutulmamalıdır ki burada veri kabul edilen , hukuk devletinin kurum ve kurallarıyla işlediği hukuk sistemidir. Bergama davasın sürecinden de deneyimlendiği üzere “siyanürlü altın üretiminin çevreye zarar verdiği bundan dolayı şirkete verilen işletme izninin iptaline”ilişkin mahkeme karan uygulanmamış, mahkeme kararını uygulamayan dönemin bakan ve başbakanları aleyhine köylülerce açılan tazminat davası kazanılmış buna karşın şirket siyanürle altın üretmeye devam etmiş ve etmektedir.

Bergama da olduğu gibi kararların alınması sürecine dahil olamayan halk ,yargı yolu ile uygulamaya müdahale etmiş ancak bürokratik yapının buna bağlı olarak idari gücü elinde bulunduran erkin kamusal gücünün ayrıcalıklarını bir sermaye grubunun çıkarları doğrultusunda kullanmıştır.

Tam bu noktada Bergama hareketi bir hukuk devletinin olgunlaşabilmesi için katılımın olanaklarını genişletmeyi, yaşadıkları sürecin somut bir sonucu olarak yüklenmiştir. Kimi zaman yol kesme eylemleriyle, kimi kez sessiz protestoyla, maden ocağını kapatmaya yönelik eylemliliklerle katılımın anlamını genişletmişler; böylece katılımı demokratik bir toplumsal yapının kurucu unsuru haline getirmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda son olarak şunu gerekir, “katılımın anlamının yerine getirilmesinde anayasanın bireylere yüklediği ödev pasif değil aktif bir ödevdir. Bununla birlikte bireylerin yada örgütlerin bu ödevin gerçekleştirilmesi konusunda kendilerine katılım olanaklarının sağlanmasını ve bu olanakların işlevsel olarak kullanabilmeleri için de diğer bazı olanakların tanınmasını isteme de dahildir.”

5)Katılımın Önkoşulu Nedir: Bilgi ve belge çağında yaşıyoruz. “Senin belgen, benim belgem, onun belgesi. Acaba bu Akdeniz foklarının ölümünün sorumlusu kim? Savaşta yok olan kuşların, çiçeklerin, insanların! Türkiye’ye getirilip Karadeniz’e atılan zehirli bidonların, Çemobil’in sorumlusu kim? Televizyon ekranına çıkıp evimize konuk olan bakan ne demişti? “Radyasyonlu çay sağlığa iyi gelir!” Peki onu hatırlıyor musunuz? Yada Tubitak’m siyanürlü altın raporu! TTB’nin raporu, üniversitelerin raporları… Peki katılımın önkoşulu için bu girizgahın anlamı ne? Bizi ilgilendiren bir dorun da çözüm üretebilmek için bilgi sahibi olmalıyız ama bu bilgiler hangi gerçeğin bilgileri, biz burada böyle kuşku bir yönelimi zihnimizde tutarak hemen şunu söyleyelim: Halkın çevre yönetimine katılımı için konu ile ilgili bilgi ve belgelerden haberdar olması gerekir. Bilgi ve belgelere ulaşma hakkını ne anayasamızda ne de genel nitelikli yasalarda kabul edildiği görülür. Gizlilik devletten istenecek belgeler için kuraldır. “Bu gizliliği aşmanın bir yolu, İdari Yargıla Usulü Kanunu’ndaki her türlü bilgi ve belgenin getirilebileceği mahkemece karar verilebileceği yolundaki hükümle (İYUK m.20/1) aşmak olanaklıysa da hem getirilen bilgi ve belgenin taraf ve vekillerine incelettirilmemesi hem de devlet gizliliği gerekçesine dayanılarak bunların gönderilmeyebileceği kabul edildiği” görülür.

Hemen burada Bergama Davası avukatlarından Senih Özay’ın dava sürecinde hükümetin verdiği “gizli karara  ilişkin söylediklerini aktaralım:

“(…) Mahkemede davayı kazandık. Bunun üzerine Bakanlar Kurulu “gizli karar”la altın madenine izin vermeye kalktı. Bu gizli karara ulaşmak için Cumhurbaşkanına, Başbakana, Bakanlar Kumluna başvurduk. Biz de gizli kararname yok dediler. Aleyhlerine dava açtık. (…) Bunun üzerine Danıştay’ın 6. Dairesi Başbakanlık’a yazı yazarak gizli kararnameyi istedi. Kararname mahkemeye gönderildi. Fakat biz kararnameyi göremedik. Daha sonra bu “gizli” denilen kararname bana Strazburg’dan geldi. Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi’nde ben, Türkiye’de mahkeme kararları uygulanmıyor diye dava açmıştım. Mahkeme, hükümete baskı yapmış, hükümet de kararı onlara yollamış, onlar da bana yolladılar.”

Tüm bunlarla birlikte gizliliğin açıkça hükme bağlandığı konular dışında dilekçe hakkına dayanarak bilgi ve belgelere ulaşıla bilinir.

6)Katılımın Şekilleri Nelerdir: Halkın çevresel konularda karar alması herhangi bir şekle tabi değildir. Halkın istem ve tercihlerinin dikkate alınmasında Avrupa’da çeşitli yöntemler mevcuttur. Bunlar kamuoyu yoklaması, yerel ölçekte referandumlar, bilgilendirici toplantılar, seminerlerdir…Doğrudan kamusal toplantıların yapılmasının en iyi örneklerine İsveç ve Hollanda’da rastlanır. Yetkili kılınmış idari birimlerle değişik halk kesimleri bir araya gelerek tartışmalar yapılır. Hatta toplantılarda delil gösterilir, tanıklar dinletilir. Buna duruşma tipi oturum denilmektedir. Bununla birlikte İngiltere’de yerel arazi kullanım planlan yönünden katılıma önem verilmekle birlikte çevre politikasının oluşturulmasına yönelik danışma kurullarına endüstri kuruluşlarının temsilcileri egemendir.”

Günümüzde çevreci örgütlerin ve halktan temsilcilerin katılımına izin verilen organlar daha çok danışma işlevi olan kurul yada komitelerdir. Bu temsilcilerin de genel olarak işveren çıkarını güden kuruluşlardan seçilmesi çevre yönetimine halkın katılımını sınırlandırmakta, etkisizleştirmektedir. Türkiye’de Çevre Bakanlığı’nın kuruluş kararnamesinde “…çevre problemleri konusunda kamuoyu araştırmaları yapmak” şeklinde bir hüküm bulunmaktadır.

Katılım şeklinin uygulamada daraltılması veya hiç işletilmemesi sonucunda bireyler yada kitle örgütleri etkili bir araç olarak kamuoyu yaratmak amacıyla miting, basın açıklaması, protesto yöntemlerini kullanarak halkın karar alma süreçlerine katılımını şekillendirmektedir.

Çevresel karar alma süreçlerinde kitle örgütlerinin işlevi kitler örgütlerine danışmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Hatta yeni liberal politikaların ekseninde siyasal iktidar meslek örgütlerine dahi kendilerini ilgilendiren konuları bile danışmadan yasal mevzuatı değiştirmektedir.

Halkın bu bağlamda kararların uygulanma sürecinde katılımı ön plana çıkarılmaktadır. Halka çevreci örgütlere, kitle örgütlere “biz böyle buyurduk uygulayalım denilmektedir.” “Kararların yerine getirilmesine katılım tam böyle bir işleve sahiptir.

Örneğin Aladağlar Karagöl’deki endemik tür olan Toros kurbağalarını tutulan bekçi, dikenli teller ve yerel halk koruyacaktır. Baştan savmaya yönelik bu politikayı değiştirmede yürünecek çok yol var ama zaman yoktur. Yine idari başvuru yolu da kararların uygulanma sürecine katılım biçimlerindendir. Anayasamızda, İYUK’ta ve Çevre Kanunu’nda karşılığını bulan bu yolun işletilmesinde herkes dava hakkına, “çevrenin korunmasının kamusal bir menfaat olması” dolayısıyla sahiptir. Ancak dava masrafları, bilir kişi ücretleri gibi davanın yürütülmesini zorlaştıran süreçler ve mahkeme kararlarının uygulanmaması gibi idarenin keyfi tutumu bu yolu da kimi kez işlevsizleştirmektedir.

Bütün bunlara rağmen temsili demokrasinin sağladığı olanaklar zorlanarak, geniş yorumlanarak, yargı yoluyla çevrenin korunması sağlanabilir. Ancak unutulmamalıdır ki yasama gücünün politikalarını belirleyecek kolektif özneler, çevreler ekolojik bir perspektiften beslenmediği sürece piyasanın çıkarları karşında çevrenin hakkı yok sayılmaya mahkumdur. Çevre hakkı, halkın en meşru, demokratik ve gelecek kuşakları da kapsayan hakkıdır. Bu hakkın işlevlendirilebilmesi de doğrudan demokrasi kanallarının oluşturulmasıyla eşgüdümlüdür. Bundan dolayı demokrasi bilincinin gelişmesi, katılım olanaklarının gelişmesine yol açacaktır. Turgut Uyar’ın deyişiyle: “Umut kaçınılmaz geçektir çünkü”

KAYNAKLAR;

[1]TURGUT N. Çevre Hukuku, Savaş Yayınları 2001, II. Baskı

[2]TMMOB Yayınlan, Bergama ve Altın Madenciliği

[3]İKSİR Ekolojik Politika Dergisi, Sayı 1-2

 *Mersin Üniversitesi Çevre Topluluğu, VI. Ulusal Çevre Sorunlarına Öğrenci Yaklaşımları Sempozyumu, M.Ü. Yayınları,2003, Sayfa 195-199

Yoruma kapatılmıştır.