Düzen Gerilirken Emeği Yeniden Kurmak
Fevzi Özlüer
Dünya üzerinde kapitalizmin saldırganlığı giderek kendini perçinliyor. Onu ayakta tutan ve kapitalizmin moral değerleri olan liberal ahlak bile sermaye birikim sürecinin karşısında yama tutmuyor.
Liberal eşitlik, özgürlük ve adalet söylemleri artık rafa kalktı. Dünya egemenlerinin odak noktası: küresel teröre karşı, “güvenlik devletini” ön plana çıkartmak haline geldi. Liberal devlet teorisi, piyasayı genişletip; özelleştirmeler, kamu kaynaklarının piyasanın kontrolüne bırakılması ile daha demokratik bir toplum yatacağını yıllarca iddia etti. Ancak piyasanın giderek genişlemesine paralel olarak devlet tüm çıplaklığıyla bir zor aygıtı olarak kendini yeniden üretti. Güvenlik devletinin artık bir tek kaygısı var, o kaygı da; finans kapitalin güvenliğini nasıl sağlayacağı? Başlangıçta çelişkili gibi görünen bu durum aslında bir gerçeğin de görünür kılınmasına neden oldu, kapitalizmin ve liberalizmin vaat ettiği toplumsal yaşamdan çok ama çok farklı bir barbarlık doğurduğu. Bu barbarlık artık toplumsal demokrasiye ihtiyaç duymuyor.
Tüm dünya halklarını türdeşleştirip müşteri haline getiren liberal yaşam, halk demokrasisini piyasaya katılımla sınırlandırmış ve hatta ona indirgemiş durumdadır. Bu sürece katılmayan herkes de potansiyel tehdit ve güvenlik ideolojisinin karşısında odaklanmış güçler olarak tarif ediliyor. Sermaye ve devletin bu kendini yeniden üretme sürecinde yaşamın kendi maddi koşullarını yeniden üretme dinamikleri de elbette doğuyor. Sermayenin, tüm toplumsal zenginliği, değişim değeri haline getirip pazarda alınır satılabilir kılması ile birlikte, tüm yaşam değerleri bir türdeşliğe kavuşuyor.
Toplum, varlık koşulu olan, birlikte yaşam, emeğin toplumsallığı ve karşılıklı dayanışma niteliklerinden arîymişçesine onu oluşturduğu iddia edilen bireyler toplamına indirgeniyor-parçalanıyor. Toplumun maddi zenginliğinin bileşeni olan doğa da parçalarına ayrılıyor, hava, su, toprak “kalkınma ekonomisinin” maddi kaynakları haline geliyor. İşte kapitalizm bu şekilde gerçek anlamda özgürleştiriyor, kendi varlık koşullarını bir barbarlığa mahkûm etmek pahasına, yaşamı değersiz kılıyor. Tüm değerler alınıp satılabilir olsun diye. İşte kapitalizmin eşitliği budur. Yaşamın tüm değerlerinin parçalanarak birbirleriyle mübadele edilebilir kılınması.
Sermayenin kurduğu bu eşitlik ve özgürlük dünyası, kendi fitilini de tutuşturuyor. Sürekli büyüyerek-sömürerek-yıkarak maddi varlığını koruma zorunluluğu diğer yandan kapitalizmin her defasında toplumsal zenginliği yağmalamasından kaynaklı krizlerinin sıklaşmasına neden oluyor. Bir yandan kapitalist ekonominin eninde sonunda toplumsal sınırlılıkları gözetmesi gerekliliğini her defasında kendine hatırlatması, kapitalizmin krizlerini aşmasına olanak tanımıyor. Kapitalizmin, Emek gücünü niteliksizleştirirken diğer yandan emeğin kapitalizme has görünümü olan teknolojiye dayalı bir üretime yönelmesi onun birikim krizini daha çok açığa vurmasına neden oluyor. Üretimin kendinde anlamlı bir etkinlik ve hedefi salt büyüme olan maddi bir pratiğe yönelmiş olması, bu üretimin var olma zeminlerinin de yok olmasına neden oluyor.
Örneğin, iklim değişiklikleri, sermayenin üretim maliyetlerini giderek arttırırken diğer yandan da iklim değişikliklerini piyasa için bir olanak haline getirebiliyor. Daha sıcak havalar-iklim değişikliği daha çok klima satışı, daha çok klima satışı daha fazla üretim daha fazla üretim daha fazla kar anlamına gelebiliyor. Daha fazla klima satışı ve kar da daha fazla sera gazının gökyüzüne salınması, daha fazla kirlenme-atık-çöp ve sermayenin “kıt kaynaklarının” daha fazla daralması anlamına geliyor. Böylece sermayenin ayakta kalmak için daha fazla kar elde etme zorunluluğu, onun toplumsal yaşamın yok oluşuna zemin hazırlamasına da neden oluyor. Kendi varlık koşulları atık- pislik- çöp-kirlenme üretmeye dayalı bu kapitalist-liberal sistem asla ve asla bu pisliği ortadan kaldıracak bir yönelim sergileyemez. Bu nedenle sermayenin toplumsalın varlık koşulunun fitilini yakması karşısında ilk elden söylenecek şey, kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltme zorunluluğudur. Bu zorunluluk onun tüm açığa çıkma biçimleriyle ideolojik, teorik ve pratik hesaplaşmayı da zorunlu kılar. Bu hesaplaşma emek mücadelesinin görünümlerinde cisimleşmektedir.
Kapitalizme Karşı Nasıl Bir Mücadele
Eninde sonunda yabancılaştırma-yoksullaştırma ve yoksunlaştırma sürecinde mücadele bir takım maddi pratikler içinde açığa çıkar. Bu maddi pratiklerin siyasal, toplumsal ve ekonomik görünümleri olabilir. Önemli olan bu görünümleri açığa çıkartmak ve bu alanlarda mücadele etmektir. Verilecek mücadelenin kapitalizm karşıtı bir mücadele olduğunu kabul ettiğimiz anda bu mücadelenin açığa çıktığı bir takım maddi pratiklerin özgüllüklerini de ortaya koymak gerekir. Yoksa tek başına kapitalizm karşıtlığını anlamanın olanağı kalmayacaktır.
İçinden geçtiğimiz çağda, toplumsalın dışında görülebilecek dolayısıyla politika dışı sayabileceğimiz herhangi bir alan yoktur. Ancak politika her şeyden önce kurucu bir nitelik taşıdığına göre yapılan her etkinliğin politika olduğu anlamına gelmez. Politika, eninde sonunda, şu ya da bu, bir yaşam biçimini açığa çıkartmak için verilen mücadeledir.
Kapitalizme karşı insanın toplumsal bedeni olan emek, tüm olanak ve sınırlılıklarıyla bu mücadelenin var olma alanıdır. Bu mücadele alanında emeğin yeniden kuruluşu süreci kendini farklı veçheleriyle açığa çıkartabilir. Bu hareketler, kimi zaman bir kadın hareketi kimi zaman bir ekoloji hareketi kimi zaman kentli-köylü yoksullar hareketi kimi zaman da işçi hareketi olarak nitelenir ya da nitelendirilir. Ancak bir tür toplumsal hareketçilikle malul bu kategorik ayrımın birbirlerinden hangi noktalardan ayrıldığını açımlamak pek mümkün olmaz. Emeğin özgürleşme mücadelesi, bir kez fabrika ideolojisi olarak mahkûm edildikten sonra onun dışında kalan tüm pratikler de yeni toplumsal hareketler olarak adlandırılabilir. Ancak bu ucuz ve basit sınıflandırma aslında emek mücadelesini fabrikaya sıkıştırmaya çalışanların ya da tüm bir yaşamın fabrika haline geldiğini görmek istemeyenlerin başvurduğu egemen bir eğretilemedir. Bu nedenle kapitalizme karşı emeğin mücadelesi, kapitalizmin kol gezdiği tüm kriz alanlarının biricik politik hattını imler.
Ekoloji mücadelesi de bu anlamda emeğin toplumsal özgürlük mücadelesinin görünüm alanlarından biridir. Bu mücadele alanının bir bileşeni ve cephesidir. Bu mücadelenin niteliği ve açığa çıkma biçimi ise asıl üzerine odaklanılması ve düşünülmesi gereken noktadır. Ekoloji mücadelesi de, emeğin toplumsal özgürlük mücadelesi zemininde yeni bir yaşam mücadelesi verebildiği ölçüde kapitalizm karşıtı politik bir karakter kazanır. Her emek mücadelesi kendinde devrimci ve ilerici bir karakter taşımaz. Eğer her emek mücadelesi devrimci bir karakter taşısaydı emeğin görünümlerinden olan sermaye için de devrimci demek gerekirdi. Sermayenin özgürlük mücadelesi ve devrimciliği ise toplumsal bir yıkıcılıktan başka bir şey değildir. Bu nedenle barbarlık sistemi kendini yıkıcılıkla ve varlık koşullarını iğdiş ederek dışa vururken emeğin toplumsal özgürlük mücadelesinin bileşenlerinin mücadele hattı, sömürüsüz, tahakkümsüz, sınıfsız, toplumsal adalete dayalı, özgürlükçü bir toplum projesi olmalıdır. Bu nedenle emeğin ekoloji mücadelesine de baştan kapitalizm karşıtı ya da kapitalizm yandaşı demek mümkün değildir. Tıpkı emek mücadelesine baştan fabrika-işçi mücadelesi demenin sığ bir sınıflandırma olduğu gibi. Ekoloji mücadelesini toplumsal emeğin özgürleşme mücadelesi haline getirecek olansa elbette maddi pratikler içinde sermaye ve zor aygıtları karşısında kendi potansiyelini konumlandırışı ve açığa çıkartışı olacaktır.
Bu anlamda sosyal hakları daraltılan bir öğrenci hareketinin parasız eğitim ve sağlık mücadelesi de kent yoksullarının barınma hakkı mücadelesi de, fabrika da işçilerin fazla mesai alacakları ve ücretleri için mücadelesi de, köylülerin taş ocaklarını, çimento- çöp fabrikalarını, altın madenlerini köylerine sokmamak için verdikleri mücadele… de emeğin ekoloji mücadelesidir. Bu mücadelelerin maddi pratikler içinden ortaya çıkardıkları devrimci potansiyel birleşik bir mücadele hattı olarak görülmelidir.
Bu mücadeleler, nasıl adlandırdıklarından ve nasıl tanımlandıklarından öte kapitalizm ve zor aygıtları karşısındaki pratiklerine göre anlamlandırılmalıdır. Bu pratik elbette ki bir programatik eksen ve teori tarafından da biçimlendirilir ve yeniden üretilir. Bu nedenle hareketleri, devrimci, ekolojist, sosyalist, ilerici, sosyal demokrat, çevreci, yeşil olarak adlandırmak da bu açıdan hiçbir şey ifade etmemektedir. Kendine sosyalist-ekolojist diyen bir örgütte pekâlâ gerici bir pratik üretebilir. Aynı şekilde taş ocaklarına karşı direnen “mhpli” olduğu varsayılan köylüler, devletin zor aygıtları ve sermaye karşısında yaşamları için direnerek devrimci bir pratik yaratabilirler. Yaşamın, kendi varlık koşullarının yeniden üretilmesi zorunluluğu tüm bu verili kategorileri alt üst etmektedir. Bu verililik sermayenin içsel zorunluluklarından farklıdır. Bu nedenle kapitalizmin saldırgan tutumu, dönemimizi karakterize eden emperyalizm çağında bir tek zorunluluğu görünür kılmayı öncelemektedir. O da tüm bu direniş odaklarını bütünlüklü bir kapitalizm karşıtı politik emek hareketine dönüştürmek. Asıl mesele bu durumu bir ana hapsetmeden işin esası haline getirebilmektir. Ancak bu çözümleme düzeyinin de ekolojist bir perspektifle ima edildiğini belirtmek gerekir.
Ufukta Bekleyen Tehlikeyi ve Olanağı Öngörmek
Kapitalizmin merkezinin Ortadoğu’ya kayması, orta vadeli planların ve hesapların bölgedeki dengelerin konumlanışına göre şekillendirilmesi, coğrafyamızda yürütülen ekoloji mücadelesinin bir tür sosyal hak hareketi formundan farklı bir karakterde gelişmesine olanak tanımayı zorunlu kılıyor. Bu mücadele aynı zamanda halkların özgürlük ve eşitlik mücadelesi olarak da zenginleşecek potansiyeli barındırmaktadır. Bu gün Irak’ta örülmeye başlanan etnik temelli Ortadoğu projesinin sadece “yüksek” siyaset arenasına has bir görünümü olduğu düşünülmesin. Amerika’nın Irak’a girişiyle birlikte ilk çıkarttığı yasanın, Irak halkının tohumlarını bir yıl sonraya ayırma hakkının yasaklanması ile ilgili olduğu düşünüldüğünde, tohumun kolektifleştirilmesi mücadelesinin aynı zamanda Ortadoğu’da barış için atılmış bir adım olduğu da bilinmelidir. Irak’tan Türkiye’ye sızan tohum tekelleri, Türkiye’de “Tohumculuk Hakkında Kanun”u çıkartarak; Türk çiftçisini değil sadece Ortadoğu’da barışı cendereye aldıklarını göstermişlerdir. Artık sömürü tek başına toprak işgalleri olarak açığa çıkmıyor. Toprağın bilgisine el konularak halklar sömürülüyor. Ya da Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar yoluyla sermaye, birikiminin bilgisini elinde tutuyor. Bu noktalardan sıkıştırılan yoksul halk, gıda egemenliğini ve bağımsızlığını yitirerek, kendi varlık koşullarını üretmenin olanağını da sermayeye terk ediyor-ettiriliyor.
Bu saldırganlığın odaklaştığı diğer nokta ise, enerjidir. Nükleer, Termik, Hidroelektrik, Rüzgar… uçuşan alternatifler arasında çoktan büyük enerji şirketleri 2030 yılına kadar Dünyanın enerji olanaklarının paylaşımını yapmış durumdalar. Burada ilk dikkat edilmesi gereken husus, bizi sürekli bir toplumsal maliyet hesabına yönelten burjuva akılcılığına karşı koymak ve enerjinin toplumsallaştırılmasını ve planlanmasını savunmaktır. Sürekli birbirine alternatif enerji kaynaklarıymışçasına sunulan bu enerji üretim sistemleri pazara sunulan türdeş malların reklâmcı kıvraklığıyla pazarlanmasından başka bir anlam taşımıyor. Enerjinin kimin için nasıl ve ne kadar üretildiği sorgulanmadan, Ortadoğu’da savaşa dur demeden enerji konusunda ahkâm kesmek belirli bir alternatifsizliğe de mahkûm olmak anlamına geliyor. Buna karşın özellikle Türkiye’de nükleer karşıtı mücadelenin de hızla yükselen milliyetçiliğe bir dur demek olduğunu bilmek gerekiyor. Nükleer Santral hayalinin, şiddet ve güç imgeleriyle örüldüğü ve sermaye tarafından bu imgelerle pazarlandığı Ortadoğu coğrafyasında, nükleer karşıtlığı sadece temiz ve güveni enerji mücadelesi olarak okunmamalıdır. En azından bu şekilde karakterize edilmemesi gerekir. Kapitalizm için yükselen bu emek mücadelesinin de bir toplumsal üretim maliyeti olduğu hesaba katıldığında bu mücadele hatlarının yoksul halk kesimleri tarafından sahiplenir hale gelmesi, kapitalist krizin artıklarının-yoksulların- sermayenin baş belası olması güvenlik devletinin de en büyük kâbusudur.
Öte yandan da kent ve kır arasındaki yarılmanın derinleştiği, Ortadoğu’daki sermaye hareketinin, gayrimenkulleri menkul değerlere çevirme sürecine yöneldiği bu dönemeçte, Maraş-Pazarcık’ta çimento fabrikasına, Bursa’da, Antalya’da taş ocaklarına karşı direnenlerin mücadelesini daha nesnel bir zeminde kavramak mümkün hale gelebiliyor. Sermaye birikiminin özelleştirmeler, kamu kaynaklarının yağması yoluyla perçinlendiği yirmi yıllık bir süreçten; birikimin kır ve kent toprağının, havanın, enerjinin, ve suyun bu anlamda yaşamın tüm maddi güçlerinin yağmalanmasına kaydığı bir sürecin en keskin günlerini yaşıyoruz. Bu siyasal saldırganlığın arka planında da işte bu hesaplaşma yatmaktadır. Bu kaynakların hangi çıkar çevresi tarafından yağmalanacağı üzerine yapılan pazarlıklar. Bu anlamda, Maraş’a yapılan Ortadoğu’nun en büyük çimento fabrikası bir yandan yıkılan Irak’ın yeniden inşaasına hammadde sağlarken diğer yandan da ucuz emek gücünün istihdamı yoluyla kar maksimizasyonunun yukarılara çekilmesi anlamına geliyor. Bu açıdan da Çimento fabrikasına karşı direniş hareketleri hem ucuz iş gücü kullanımına, hem Irak’ın sömürgeleştirilmesine hem de köylülerin topraklarının kirlenmesine karşı bir mücadele karakteri taşıyor.
Bu mücadeleler aynı zamanda toplumsal bir demokrasinin de kurucu bir nitelik taşıdığını göstermesi açısından son derece önemlidir. Birlikte karar alan ve aldıkları kararları uygulayan bir siyasal gücün açığa çıkması, demokrasiyi müşteri piyasasına katılıma indirgeyen liberal demokrasiye de bir cephe olarak görülebilir. Bu örgütlenmeler parlamenter sistemin tüm sınırlılıklarına karşın kendi milletvekili adaylarını da çıkartarak, “yaşamımızı yönetebiliriz” diyorlar. İşte bu uğrakta ekoloji mücadelesi alternatif bir yaşam mücadelesi olarak değil “kurucu bir toplum yaşamı” ufkuyla emeğin özgürleşme tahayyülünü zenginleştiriyor. İşle evin arasında yarılmayı, kırla kent arasındaki parçalanmayı, yöneten ve yönetilen arasındaki çelişkiyi, üretim ve yönetim arasında ki bölünmeyi tüm bu maddi pratiklerde deneyimliyor. Bitkileri tek tipleştiren, toplumu tek tipleştiren, halkları tek tipleştiren kapitalizm karşısında ekoloji mücadelesi, toplumsal demokrasi, barış, toplumsal adalet, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya özlemiyle zor bir dönemece giriyor. Bu dönemeçte emek hattının başarılı olmasının tek yolu: bu birleşik mücadele eksenini hem bir maddi pratiğe hem bir programatik eksene hem de kurucu bir toplumsal demokrasiye ve yaşama dönüştürme mücadelesinden geçmektedir.
• TMMOB Çevre Sempozyumu, ÇMO Yayınları, 2007 Sayfa 173-178 Ankara
Yoruma kapatılmıştır.