Kyoto Protokolü, Havayı Metalaştırmanın Aracıdır

YARINLAR: Küresel ısınma konusu son dönemde bir anda gündemin baş köşesine oturdu. Bu ani ‘Isınma’nın sebebini siz neye bağlıyorsunuz?

FEVZİ ÖZLÜER: Biliyorsunuz şubat ayında Birleşmiş Milletler örgütü bir rapor açıkladı, Rapor artık İklim değişikliği konusundaki inkâr politikalarının sorunu çözmediğini bir kez daha gösteriyordu. Belki de bu raporun en can yakıcı kısmı, iklim değişikliğinin geri dönülmez bir noktaya vardığımızın sinyallerini yakıyordu. Bu rapordan bir hafta önce Davos zirvesinde toplanan zenginler, sürdürülebilir kalkınma ve kapitalizmin geleceği için iklim değişikliği konusunun gündeme alınmasını gerektiğinin altını çizdi. Bu konuda yazılı ve görsel basında sıkça yer aldı. Yaklaşık iki hafta önce de Türkiye hükümet nezdinde iklim değişikliği eylem planını açıkladı. İşte iklim değişikliği gündeminin son dönemde ısınmasının arkasında bu politik gelişmeler var.

YARINLAR: Bu kadar basit olarak görmek mümkün mü bu politik “ısınmanın” nedenini?

FEVZİ ÖZLÜER: Tabi ki hayır bir yandan da yaşamlarımızda iklim değişikliğinin somut yansımalarını görüyoruz. Belli bir odaklanma var bu konulara. Düşünsenize bir kere, ağaçlar bu sene yapraklarını yine dökemediler, kış aylarında beklenen yağışlar gerçekleşmedi, kuraklık ciddi bir tehdit olarak dünyanın en önemli gündemi, içecek su yok, Ankara’nın tüm yeşil vadileri, su havzaları betona boğuldu, su yok, tarımsal üretimde ciddi bir düşüş var. Ancak bu sorunlarla kırsalda yaşayanlar uzun süredir boğuşuyordu. İç Anadolu’nun Akdeniz Bölgesi’ne kıyısı olan tarım arazilerinde kuyulardan tuzlu su çekiliyor, yaşam kaynağımız su daha derinlere iniyor, bu ne demek biliyor musunuz? İç Anadolu, Tuz Gölü’nün suyunu çekiyor. Bu tarım arazilerinin tuzlu suyla sulanması demek, bu tarım arazilerinin ve göllerin yok olması demek, bu yer altı sularımızın tükendiği anlamına geliyor. Bu toprağın yok olması, üzerinde yaşayanların aç kalması demektir. Bu sorun her yörede her ülke de yaşanıyor. Tabi ki bu durum da insanlar “bizi bu güzel havaların mahvettiğini” yaşayarak öğreniyorlar. Kış ortasında yaz, yaz ortasında kış yaşıyoruz. Ani iklim değişiklikleri insanlığı uyarıyor.

YARINLAR:Bütün bunlar doğru ama bir yandan da bir kavram karmaşası yaşıyoruz, şimdi Küresel ısınma, iklim değişikliği denilince ne anlamamız gerekiyor? Dünyayı kısa ve uzun gelecekte ne tür sorunlar bekliyor?

FEVZİ ÖZLÜER: Dünya’nın jeolojik oluşumlarının tamamlandığı, canlı ve cansız yaşamın harmonisinin olgunlaştığı dönemlerden beri iklimler değişiyor, ancak bugün konuşulan iklim değişikliği bu canlılığın kendine içkin değişiminden farklı bir değişim. Bu değişim, doğanın kendi varlık koşullarını zorlayan, onun kendini yenileyebilme olanaklarını ortadan kaldıran bir değişim. Bu değişimin kökenini de sanayi çağının başladığı yıllara kadar götürmek mümkün. Tabi ki yalnızca sanayileşme de değil, sanayileşmenin üzerinde yükseldiği üretim tarzı da bu iklim değişikliğinin meydana gelmesine zemin hazırladı. Peki ne oldu?

Sanayiye dayalı üretim, yoğun bir hammadde talebi ortaya çıkardı. Dünyanın doğal bileşenleri, hava, su toprak birer hammaddeye dönüştü. Aslında insanın doğanın efendisi olarak kendini inşa ettiği noktaya kadar götürebiliriz bunu, ama şimdi bu soru bağlamına sadık kalacak olursak, Sanayi ve uygarlığı, kömür yataklarını, ormanları, sanayinin hizmetine soktu.  Bu şekilde, atmosfere salınan sera gazlarının atmosferdeki birikimlerindeki hızlı artışa neden oldu. Bununla birlikte kent kır arasındaki çelişkinin artması kentlerdeki yoğunlaşma ve artığa dayalı üretim, tarımın sanayileşmesi doğal sera etkisinin kuvvetlenmesine neden oldu. Bu üretim tarzı sonucunda atmosfere bırakılan gazlar ki bunlara sera gazları deniyor, atmosferin alt bölümlerindeki sıcaklık artışına yol açtı, işte buna da küresel ısınma dendi.

YARINLAR:Sera gazları derken, Neyi kastediyorsunuz?

FEVZİ ÖZLÜER: Küresel ısınmaya yol açan sera gazları; temel olarak, sanayi toplumunda kullanılan fosil yakıtlardan, çeşitli sanayi kollarında özellikle, çimento, enerji, ulaşım sektörlerinin yoğunlaşmasıyla gökyüzüne salınan, endüstriyel tarım neticesinde meydana çıkan gazlar olarak ifade edilebilir. Bu gazların bir bölümü karasal ve okyanus kaynaklı ekosistemler tarafından tutulur. Ancak artık hem bu tutakların azalması ve yok olması hem de atmosfere bırakılan sera gazı miktarındaki artış, küresel karbon dengesini bozmaktadır.  Bunun sonucunda da 19.y.y sonlarında başlarında başlayan, yüzey sıcaklıklarındaki artış. 20.yy sonlarında doruğa ulaşmıştır. Her yıl da sıcaklık artışlarında uygarlığımız rekora koşmaktadır. Bu yüzey sıcaklığı artışı, 20. yy dan günümüze 0.8 derecelik bir artışa sahne oldu.   20. yüzyılda sıcaklıklarda gözlenen bu ısınma, geçen 1,000 yılın herhangi bir dönemindeki artıştan daha büyüktür. Atmosferin en alt 8 kilometrelik bölümündeki hava sıcaklıkları da, geçen 40 yıllık dönemde belirgin bir artış eğilimi göstermektedir. Öte yandan, 20. yüzyılda, orta enlem ve kutupsal kar örtüsü, kutupsal kara ve deniz buzları ile orta enlemlerin dağ buzulları azalırken, küresel ortalama deniz seviyesi, yaklaşık 0.1-0.2 m arasında yükseldi ve okyanusların ısı içerikleri arttı. Yağışlar kuzey yarımkürenin orta ve yüksek enlem bölgelerinde her on yılda yaklaşık % 0.5 ile % 1 arasında arttı, subtropikal karaların önemli bir bölümünde her on yılda yaklaşık % 3 azaldı. Bütün bunların sonucunda da her gün televizyon ekranlarından izlediğimiz ve bir tür insanlık tarihinde bir tek bizim çağımıza kısmet olmuş olan, kendi yok oluşunu seyretme “özgürlüğü” bize sunuldu.

YARINLAR: Peki bu tablo karşısında, Genel olarak Kapitalistlerin ekolojik krizi, özelde de iklim değişikliğini gündeme taşıyışı nasıl oldu? İklim değişikliği Sözleşmesi, Kyoto protokolü ve Davos toplantılarında ele alınan küresel ısınmaya karşı tedbirlere nasıl bakıyorsunuz?

FEVZİ ÖZLÜER: Kyoto Protokolü’ne giden yol aslında Kapitalistlerin iklim değişikliği politikalarını değiştirmek istememelerinden ya da değiştirememelerinden kaynaklı başarısızlık üzerine yükselir.  Kapitalizmin yok oluş projesi, kalkınmacılık, 1972 yılında Birleşmiş Milletler İnsan ve Çevre Konferansı’nın Stockholm toplantısında uluslar arası toplumun gündemine sokulmaya çalışılırken, daha o günlerden ekolojik krizin ya da onun dolayımında iklim değişikliğine karşı politikanın ekseni çizilmeye başlanmıştı. Politika “sürdürülebilir kalkınmaydı”. Bunun ardından, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1988 yılında Malta’da “küresel iklimin, insanlığın bugünkü ve gelecekteki kuşakları adına korunması” çağrısında bulundu. Aynı yıl, Dünya Meteoroloji Örgütü ile Birleşmiş Milletler Çevre Programı yönetici organları “Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli” (IPCC) adı altında yeni bir organ oluşturdular. Yeni organın görevi, bu konuya ilişkin bilimsel bilgileri araştırmak ve değerlendirmek olarak belirlendi.

IPCC Birinci Değerlendirme Raporu’nu 1990 yılında yayınladı. Bu rapor, iklim değişikliği tehdidinin bir gerçek olduğunu sahiplendi. Aynı yıl Cenevre’de toplanan İkinci Dünya İklim Konferansı konuya ilişkin küresel ölçekte bir anlaşmaya gidilmesi çağrısında bulundu.

Bu kararla birlikte, iklim değişikliğini ele alacak bir sözleşme için görüşmeler başladı. Bunun ardından BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 9 Mayıs 1992 tarihinde kabul edildi. Ki Kyoto Protokolü’de bu sözleşmenin ekidir.

Rio’da Haziran 1992’de düzenlenen BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda (Dünya Zirvesi) da bu yeni sözleşme imzaya açıldı.1992 yılında Rio’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansında “sürdürülebilir kalkınma” bir eğilim olmaktan çıkar ve  temel politik yönelim olarak bağıtlanır. Konferans sırasında imzaya açılan, Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi (UNCCD), Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (UNCBD) ve İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC), “Rio Üçlüsü” olarak adlandırılarak “sürdürülebilir kalkınma” kavramının en önemli Truva atlarını oluşturdular.

İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, 1994 tarihinde yürürlüğe girdi. Aradan geçen süre içinde 188 devlet bu belgeyi onayladı. Türkiye’ 24 Mayıs 2004 tarihinde 189. Taraf olarak Sözleşme’ye katıldı. Peki uzun uzun bu arka planı neden anlattık, çünkü Kyoto Protokolü belirttiğimiz gibi, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin ekidir. Bu bağlamda protokol, bu sözleşmenin temel mekanizmaları üzerine kuruludur.  Sözleşme her ne kadar iklim değişikliği konusunda sanayileşmiş ülkelerin yükümlülüklerinin daha fazla olduğunu ve iklim değişikliğinde sorumluluklarının daha fazla olduğunu belirtmesine karşın, bu sorumluluğun nasıl bir yaptırımı olduğunu ortaya koymaz. Zaten bu tarz uluslar arası sözleşmelerin aslında hiçbir yaptırım gücü yoktur. Bir de üstüne üslük verili ekonomik, sosyal eşitsizlikleri verili sayarak mekanizmalar hayata geçirmeye başlayınca da sözleşmenin hiçbir uygulama kabileyi kalmamakta.

Sürdürülebilir Kalkınma üzerinden yükselen bir sözleşmenin ruhu elbette, sözleşmenin eki olan Kyoto Protokolüne de tezahür edecekti; etti de.

Kyoto Protokolü, 1997 yılı Aralık ayında Japonya’nın Kyoto kentinde, İklim Değişikliği Sözleşmesine taraf olan ülkeler tarafından yapılan toplantıda, 3. Taraflar Konferansı’nda (COP3) kabul edildi. Protokol temel kuralları veriyor, ancak bunların pratikte uygulanmasına ilişkin ayrıntılara girmiyor. Protokol ayrıca, yürürlük öncesinde ulusal hükümetlerin belgeyi imzalayıp onaylayacakları ayrı ve resmi bir işlemler süreci de öngörüyordu.

Ancak, Protokol’ün yürürlüğe girebilmesi için Sözleşme Taraflarından en az 55’inin bu belgeye taraf olması (ya da onaylaması, kabul etmesi ya da katılması), Ayrıca, bunların arasındaki Ek-I Taraflarının, bu grubun 1990 yılı toplam karbondioksit salımının yüzde 55’ini temsil edebilecek sayıda olması gerekmekteydi. Neyse uzatmayalım, Rusya’nın 2004 tarihinde protokole taraf olmasıyla,  Kyoto Protokolü 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girdi. Girdi de ne oldu peki sera gazı salınımlarında bir azalma oldu mu, ülkeler bazında değerlendirildiğinde evet. Yani Kanada, kyotonun öngördüğü esneklik mekanizmaları içinde, karbon borsasında, Brezilya’dan “kirletme hakkı” satın aldı. Böylece temel üretim tarzında ve tüketiminde bir değişiklik yapmadan, Kyoto Protokol’üne uygun davranmış oldu. Aslında bu açıdan protokol, sera gazı salınımlarını azaltmak şöyle dursun, havayı da alınıp satılabilir kıldı.

YARINLAR: Ya peki Davos Zirvesi?

FEVZİ ÖZLÜER: Davos üzerine söylenecek bir söz ya da bizim için ciddiye alınacak bir yan yok. Burjuvazi kendini kurarken ortaya attığı liberal eşitlik, özgürlük ve adalet anlayışı bile şu anda kendisi için bir ayak bağı olmuş durumdayken, Davos zenginleri ekolojik kriz ve iklim değişikliği konusunda ne söyleyebilir !! Söyleyecekleri, Rio Konferansında söylediklerinden daha ilerde değildir. Onlar için mesele piyasa ekonomisinin sürdürülebilir kılınması yolunda, ekolojik sınırların nasıl alt edileceğiyle ilgilidir. Bir yandan sürekli büyüme politikaları dünyanın tüm değerlerini bir mal haline getirip yağmalarken diğer yandan nasıl olacak da ekolojik krizin önüne geçecekler. Bu kapitalizmin içsel çelişkisidir. Buna verilen tek bir yanıtları var: bireysel sorumluluklarımızı gözden geçirmek ve alternatif teknolojilere yönelmek. Peki kendi suretinden bir dünya ve toplum yaratan kapitalizm ve onun bireyi iklim değişikliği konusunda bireysel olarak ne yapabilir ki.. Onlara göre toplu taşıma araçları kullanmak, düdüklü tencere kullanmak, florasan lamba kullanmakla bu işler çözülür. Elbette bu tür bireysel olarak yapmamız gereken şeyleri inkar etmiyorum yapılmalıdır.

Ancak, insanlığın sonunun tartışıldığı bir ortamda, çözüm  bu kadar mı, insan kaynaklı olduğu söylenen iklim değişikliğinde, kapitalist üretim tarzını bu yordamlar görünmez kılmaz mı!!  Şu yarattıkları ve kan gölüne çevirdikleri petrol uygarlığına ne yapacağız. Uluslar arası taşımacılığa, ticarete, ülkeleri bir gecede yoksullaştıran finans kapitale, hayvan, toprak ve orman katliamına, aşırı artık üretimine dayanan kapitalist üretim tarzına ne olacak? Bunlar değil mi dünyadaki karbon emisyon miktarını arttıran.

YARINLAR: Küresel Isınmayı, kapitalist sistemle ilişkisini kurmaya başlarsak, bireysel kar ve rekabet sistemi, tüketim çılgınlığı vb… Bunu odağa koymadan iklim değişikliği konusunda üretilen “alternatif” politikaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

FEVZİ ÖZLÜER: İklim değişikliğini gündeme taşıyan her girişimi olumlarız. Ancak, kapitalist üretim tarzını ıskaladıklarında da onları piyasacı oldukları konusunda mahkûm ederiz. Hele hele bir tür kendini toplumun yerine ikame edip, bilinçlendirme adına, sermayenin ağzıyla konuşanlar olursa da onların neyin alternatifi olabileceklerini belirtiriz. Bugün ekolojik kriz, emeğin ekoloji politikasının radikalleştirilmesi zorunluluğunu dışa vurmuştur. İnsan bedeni, hiçbir çağda olmadığı gibi toplumsallaşmıştır. İnsanın doğayla ilişkiye geçtiği en evrensel kategori olan emek, bugün için siyasal öznenin vücut bulacağı zemini tarif etmektedir. İnsanlığın ve doğanın kurtuluşu, toplumsallaşan bedenin emek dolayımındaki özgürleşmesinden geçmektedir. Bugün şöyle bir çağdan geçiyoruz, Durer’in 1497 yılında çizdiği “melankololi” gravürünün toplumsallaştığı, hazcılıkla kadercilik arasına sıkışmış, atomize olmuş bireyin çağından. Diğer yandan da bireysel kurtuluş ve yok oluş projelerinin tarihin çöplüne atıldığı bir çağdır bu çağ. Bu derin bir çelişkidir ve olanaktır. Bu çağ bize, ilerlemeci tarih anlayışının, bilgilendirme, bilinçlendirme, reform ve devrim eksenindeki gelişen ilerlemeciliğin sonunu da müjdelemektedir. Çünkü ekolojik kriz insanın toplumsallaşan bedeninde bir dinamit gibi dolaşmaktadır. Bugün için yapılması gereken, kapitalizmi aşmayı ufka koyacak radikal politikayı güncel kılmaktır. İnsanları, bilinçlendirilecek nesneler olarak görmek yerine, onları özne kılacak siyasal projeye ihtiyaç vardır. Bu proje için birkaç kestirimde bulunmak mümkün, birincisi işle mekânın arasındaki parçalanmayı giderecek bir politika, ikincisi tüketime ve hazcılığı dayalı üretim yerine, doğanın sınırlılıklarını tanıyan üretimin teşviki, bununla birlikte emeğin dünyasının yaratılacağı ve ülkeler arasındaki ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin asgariye indirileceği ekonomi politikalarıdır. İklim değişikliği için belki de ilk adım ülkeler arasındaki sömürgeci ilişkilerin aşılmasını olanaklı kılacak mücadeleleri yükseltmek ve bu mücadeleleri sahiplenmektir. Diğer yandan da elbette günlük hayatımızdan başlayarak bu burjuva insanından, toplumsal insana giden yolda tüketim alışkanlıklarımızı da sorgulamak gerekir. Yoksa melankoliye boğulmuş ve aşkınlığın yeryüzüne indiği bu çağda, kapitalizmin bireyinin yerine ikame edeceğimiz teknikler aramak güzel ve hoş laflardır. Bir tür Avrupa Birliği iklim değişikliği masa şefi gibi dışardan konuşma tarzlarıyla, ne diyorlardı “Türkiye kyotoyu imzala” soruna odak yaratmak isteyenler, meseleyi toplumsallığın içinden değil, egemenlik ilişkileri düzeyinden kurgulamaktadırlar. Bunlar da asla ve asla kurucu bir siyaset yaratamayacaktır. Her düzeyde çözümü talep merkezli kurgulamaktadırlar. Bununla birlikte bu duruşumuz, “kyotoyu imzala” kampanyasına karşı bir anti propaganda değil, bu tür kampanyalardaki odak kaymasına işaret etmek ve mücadelemize doğru zemini hazırlamak için yapılmaktadır.

YARINLAR:Küresel ısınmaya karşı gelinen noktadan sonrası için atılabilecek doğru adımlar neler? Bu saatten sonra felaketi geciktirmeyi mi tartışmalıyız yoksa çözüm mümkün mü? Bu bağlamda çevreci kredi kartları yada küresel ısınmaya karşı az su kullanan çamaşır makineleri gibi çözüm önerisi gibi sunulan yeni buluşlara(!) nasıl bakıyorsunuz?

FEVZİ ÖZLÜER: Eğer ki önümüzdeki on beş yıl içinde kapitalizmden vazgeçmeyeceksek hepimiz için geçmiş olsun derim. En azından güzel günler için. Ancak bu durum, bir tür kaderciliğe ya da hazcılığa savurmamalı, radikal politikanın nasıl bir zorunluluk haline geldiğini göstermektedir. Neydi özgürlük “zorunluluklarımızın” bilincine varmak değil mi!! O halde Dünya emek mücadelesinin ekolojik ekseninde geliştirilmesi ve sanayileşme ve teknikçilikten kurtulmak gerekiyor. Demokrat Parti danışmanı Al Gore’un aklından daha kıymetli şeyler var: Toplumsal ve siyasal devrim. İnsanlığın yeni bir alternatifi yok. Elbette gündelik hayatımızı gözden geçirmeliyiz. Ancak barbarlıktan kurtuluş içinde ekolojik bir dünya fikrini ve mücadelesini yükseltmeliyiz.

RÖPORTAJ YARINLAR DERGİSİ ‘NİN 6. SAYISINDA YER ALMIŞTIR.