Ekoloji Hareketleri Tarih Yapabilecek mi ?

gri_yesil2İnsan kendi tarihini yazmaya başladığı, geçim araçlarını ve dilini ürettiği günden beri, toplumsal yaşamımızın varlık koşullarına kavuştuğu emek sürecinde, emeği dolayımıyla doğayla  gerilimli bir ilişki kurmuştur. Toplumsal yönüyle bu gerilim tekil bir varlık olarak insanın “doğayla mücadelesinden” değil, emek sürecinde toplumsallaşan insanın toplumsal ilişki kurma biçimlerinden kaynaklanır. Bu toplumsal ilişkiler ağında insanın evrimi doğaya rağmen değil doğayla birlikte bir evrimdir.  Toplumsal olanın örgütlenme tarzı insanı ve doğayı birbirlerine paralel ama birbirlerine indirgenemez tarzda belirler. “Toplumsal örgütlenme” doğayı ve insanı karşı karşıya getiren bir olgu değildir. Ama toplumsal örgütlenmenin biçimi, üretimi, yeniden üretimi, evrimi ve ideolojisi insanın ve doğanın yok oluş veya birlikte yaşama koşullarının zeminini oluşturur.

Doğayla insan arasındaki ilişkinin anlamı ve düzeyi tarih boyunca genel olarak felsefenin ve felsefe yapıcılarının ilgisine mahzar olduysa da modern kapitalizmin gelişmesiyle ve modern toplumun olgunlaşmasıyla birlikte doğa ve toplum ilişkileri politikanın merkezine oturmuştur. Kapitalist büyüme on dokuzuncu yüzyılda, sömürü mekanizmalarıyla doğayı ve emeği sömürgeleştirirken sadece doğduğu coğrafyada yıkımlara yol açmamış, tüm dünyayı etkisi altına alarak canlı yaşamanı tehdit eden küresel ölçekteki ilk ekolojik krizini yaratmıştır. Modernleşmenin getirdiği olanaklar Burjuva toplumunun ve kültürünün hegemonyasında kır ile kenti, emek ile doğayı,  politik olan ile üretime ait olanı bir birinden fiilen kopartırken, örgütsüzleşen insanlar derinleşen bu kültürel ve iktisadi yok oluşa karşı kendi var oluşlarını sorgulamışlar, kapitalist kalkınma karşısında öz savunma mekanizmalarını yitiren doğa da yok oluşun eşiğine sürüklenmiştir. Bu dönemde bir yandan emeğin öz örgütleri bir toplumsal kurtuluş projesiyle tarihin sahnesine çıkarken, diğer yandan da aydınlanmanın ve pozitivizmin doğayı insan egemenliğine alma pratiklerini kökten eleştiren, referansını romantizmden alan doğa korumacı gruplar da on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmaya başlamıştır.

Kapitalizmin küresel çapta yarattığı ilk ekolojik kriz dalgasını, 1929 Bunalımına bağlı olarak, ikinci dünya savaşıyla birlikte kapitalizmin yeniden düzenlenmesi süreciyle ortaya çıkan ikinci bir ekolojik kriz dalgası izlemiştir. İkinci Dünya Savaşında kullanılan nükleer bombalar ve savaşın yarattığı toplumsal tahribat bir yandan kapitalist büyümeye ve örgütlenmeye dayalı toplumsal yaşamın değerlerinin sorgulanmasına yol açarken öte yandan insanlığın yarattığı modern uygarlığın toptan reddine dayalı düşünsel ve siyasal sorgulamaları da güçlendiren ve bu sorgulamalara yeni bir politik açılım sunan süreçleri tetikliyordu. Akıl çağına,  bilime ve bilim ahlakına yöneltilen sorgulamalar, yeni bir toplumsal yaşamın kurucu ilkelerinin neler olması gerektiği sorularını da yeniden açığa çıkartıyordu. Tüm uygarlığı reddeden ve romantizmden beslenen akımlar “parçası olduğumuz” doğaya dönüşün ve onun yasalarına uygun yaşamanın, doğanın nükleer tehdide ve toplumsal körleşmeye karşı tek kurtuluş yolu olduğunu yeniden gündeme getiriyordu. Buna karşın toplumsal uygarlığı reddetmeden, modernitenin olanaklarını doğayla birlikte yaşamanın olanaklarına sevk edecek yol arayışları da vardı.

Modern yaşam, insanlığın kendi yeteneklerini geliştirmesi için olanaklarını toplumların karşısına yığarken, bu bilgilerin her seferinde toplumun dışında ve toplumu kuşatan bir tarzda sermaye sınıfının egemenliği ve elinde anlam ve değer kazanmasıyla; toplum, burjuva değerlerinin  içinde,  kendini tanımlayamaz, kendine anlam veremez bir dünyaya sürükleniyordu.

Kitlesel üretim, kitlesel tüketime dayalı kapitalizmin egemenleri,  maddi yaşam araçlarının sınırsız büyümesi fikrine dayalı olarak emeği ve doğayı köleleştirirken,  bilim ve teknoloji dolayımıyla da bu yaşamın iki kurucu öğesi üzerinde ideolojik tahakkümünü perçinliyordu.

Modernleşmenin sıkıntılarına karşı 1960’lı yıllarla birlikte yükselen yeni toplumsal muhalefet dalgası nükleer savaş tehdidine karşı barışı, doğaya egemenliğe karşı biyosferin geleceğini, sömürüye karşı eşitliği v.b savunan bir hat izliyordu. Bu hareketlere düşünsel yatak hazırlayan ve bugün de hala politik saflaşmaların izleğini yaratan akımlar ortaya çıkıyordu. Bu akımlardan biri olan  Derin ekolojist felsefe, doğa korumacı romantiklerin ve alman faşizminin natüralist damarlarını harmanlayarak; Muhafazakarlığa, “doğaya dönüş söylemiyle” siyasal  yapı taşı hazırlıyordu. Doğaya dönüş ise kutsal olanın sarsılmaz iktidarını perçinleyecek kurallar ve yaşama biçimleri manzumesiydi. Bu gelenek, uygarlığı, tarihsel bir kavram olan bilimi ve değerlerini tarih dışı bir perspektifle ve söylem düzeyinde alaşağı ederken, yerine koyduğu uygarlık tezi de, kapitalizmin getirdiği yaşama alışkanlıklarını ve kültürünü en uç noktasına götürüyordu: Yaşanan ekolojik krizin tüm sorumlusu insanlardı, Evet Sermaye sınıfı da ezilen sınıflar da insandı, savaşları bu insanların kötülük ruhları çıkartıyordu, kötülük ruhları sınırsız sandıkları doğayı sömürüyordu!!..O halde bu insanların ruhları terbiye edilmeli ve nüfusları kontrol edilmeliydi..Terbiye edilmesi gerekenlerse hep “düşük ahlaklı, eğitimsiz” emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayanlardı.

Bu teori ve ardılları, Bireyleşememiş bireycileşmiş burjuva sınıfıyla, toplumsallaşamamış ama toplumsallaşmanın tüm olanaklarına sahip olma olanağını yakalamış emekçi sınıfların yarılmasını veri kabul ederek bu ikiliği ortadan kaldıracak bir eleştirel tutumu sahiplenmek şöyle dursun, bu karşıtlığı “insanlar” üst başlığıyla yok saymıştır. Bu bakış açısından ekolojik kriz tarihselleştirilememiş ve bir anlatıya dönüşmüştür. Her şeyi her şeyle açıklayarak hiç bir şeyi izah edemeyenler,  kendi grup ve sınıf çıkarlarını evrenselleştiriyor, bilimle mesafesini tanımlarken onun nasıl üretildiği üzerine değil toplumsal sonuçlarına odaklanıyor ve böylece bireyi ve bilimini tanrısallaştıran, onu doğanın içinde eriten ve tüm egemen değerleri bu dolayımla sahiplenen ve bunu çözümün bir parçası olarak meşrulaştıran yaşama biçimini dayatarak reddettiği yaşamın bağrına, o yaşamın bir benzeri, iman dolu bir ikamesi olarak yamanıyordu..Bu yeni muhafazakarlık bir yandan okumuş elitleri dolayımıyla uzak doğu ve Hint felsefesinin mistik damarlarından kendilerine çıkış yolu ararken bir yandan da imanı pazara bağlamanın mekanizmaları üzerine kafa yoruyordu. Merkeze kendi dünyalarını koyan bu modern çağın simyacıları felsefe taşını bulup, ilahi olanın tekliğine ulaşmak için çıktıkları yolda, Avrupalı ataları gibi porselen yapmayı öğrenemeseler de, şifalı bitkiler aracılığıyla kralın zindanlarından kralın mutfağına kapak  atmışlardır. Kralın gözetimi ve denetimi altında toplum ve doğa mühendisliğine soyunan simyacıların, hayatın iksiri saydıkları ve hasta maddeyi iyileştireceğine inanç duydukları şey, tanrının ilahi adaletinden başka bir şey değildi. Koestler’in deyişiyle  “toplumsal mühendislerin ozalitleri antik metinlerin gözden geçirilmiş baskısıdır.”

Bu teoriye karşı diğer akım bu dönemde filizlenen toplumsal ekoloji felsefesi “sınıflı toplumların altında yatan tahakküm ve hiyerarşi ilişkilerine” vurgu yapıyor ve ekolojik krizin kökenini bu hiyerarşik ve tahakküme dayalı toplumsal örgütlenmede yattığını söylüyordu.

Bilimin ve teknolojinin egemen sermaye sınıfının ve muhafazakar elitlerinin elinde toplanmasını, bu bilginin burjuva iktidarlarını sağlamlaştırmak için kullanılan bir araca dönüştürülmesini, doğanın ve emeğin  sömürülmesini eksenine alan tarihsel materyalist perspektif modernleşmeye karşı bir diğer eleştirel tutumdu. Ama onu öteki felsefelerden farklı kılan süreçleri ve ilişkileri tarihselleştirebilmesindeki zenginliğiydi. Egemen bilginin ve yaşamın üretilme biçimine bu karşı tutum kapitalizmin tarihsel ve eleştirel   bir veçhesini temsil ediyordu.

Ama burjuva sınıfının egemen ekolojik kriz tahlilleri, Pozitivist ve determinist bilgi üretme tarzına ve neden sonuç ilişkilerine dayanıyordu. Bununla birlikte doğa bilimlerinden elde edilen bilgiler de toplumsal yaşamın evrimine uydurulmaya çalışılıyor, bununla da kalınmıyor toplumsal yaşamın tarihsel olarak belli bir dönemine denk düşen bilgi de doğanın yasaları haline getiriliyordu. Rekabetçi burjuva yaşamının getirdiği ilişki ağları, doğanın yasası haline dönüştürülüyordu. Roma kulübünün tezleri ve uluslar arası sürdürülebilir kalkınma toplantıları bu noktadan hareketle çözümler üretiyordu.  Toplumsal yaşamın belli bir evresine tekabül eden ve bu anlamda da tarihsel alana ait bir kavram olan “rekabet, yarış, ezme ve ezilme v.b..” kavramlar doğal yaşamın kuralları haline dönüştürülüyor, larvadan kurbağaya geçişi hızlandıracak laboratuar teknikleri üretici güçlerin geliştirilmesinin yöntemi olarak görülüyor ve bu yasalar evrenselleştiriliyordu. Bunlarla birlikte bu yasaların doğal yasalar olduğu ve toplumsal yaşamın temelini oluşturduğu yönündeki tezler rekabeti, pazarı, alınıp satılmayı, ezme ve ezilme ilişkisini doğallaştırıyordu. Doğanın mükemmel bilgisi işte buydu. Kapitalist burjuva epistemolojisi ve ikinci enternasyonalden sonra sosyalist deneyimlerin içine sızan ve marksizmin biyomerkezci yorumu, muhafazakar tezlerle birlikte ekolojik krizi tetikleyen, toplumsal yaşamın  düşünsel cephaneliği haline geliyordu.

Oysa doğadan edindiğimiz bilgiyle toplumsal yaşamın zeminini döşeyen ilişkilerin sınırlarını ve olanaklarını anlarken toplumsal yaşamımızı bu bilgiyle anlayamaz ve değiştiremezdik. Doğayı “mükemmelleştirip” ondan öğrendiğimiz  bilgiyi toplumsal ilişkilerimize uyarlamaya kalkan egemen muhafazakarlık ve yol açıcısı tekelci kapitalist uygarlık dünyayı nükleer bir savaşın eşiğine sürüklerken, ideolojik hegemonyasını sarsan batı avrupa merkezli ekoloji hareketlerini de yeşil siyasete eklemleyerek parlamenter sistemin içinde eritme kabiliyetini gösteriyordu.

Batı Avrupa’da bu düşünsel iklimde yükselen ekoloji ve yeşil hareketler klasik korumacı faaliyetlerin ötesinde siyasal alana dair söz ve eylemlilikleriyle yükselirken, bir yandan da yeni toplumsal örgütlenme ve deneyim alanları, alternatif yaşam biçimleri inşa etme sorumluluğunu da üstlenmişlerdir.

Ekoloji mücadelesi ve aktivistleri, ekolojik kriz karşısındaki pratik tavırlarıyla bilinse de bu politik pratiği besleyen teorik öncüller, ekoloji mücadelesinin gündelik siyasete sıkışmasını engelleyecek ve toplumsal bir projeye dönüştürecek bilginin ip uçlarını taşır.

Ekolojik kriz karşısında beliren avrupa merkezli ekoloji örgütlenmeleri bu incelemenin konusu olmasa da Türkiye’de şekillenen ekoloji hareketleri genel olarak yukarıda izah etmeye çalıştığım gerilim hattından beslenerek kendi siyasal eğilimlerini belirlemektedirler.

TÜRKİYE’DE EKOLOJİ HAREKETLERİ

Tutarlı bir doğa ve insan ilişkisi açılımı yaratamayan  aksiyoner akımlardan, doğa korumacı yaklaşımlara, çevreci tutumlardan, ekoloji hareketinin parlamenter ifadesi olarak anılan yeşillere kadar ekoloji mücadelesi farklı örgütsel anlayışlardan, felsefelerden, geleneklerden beslenmesine karşın mücadele edilen alanın en genel anlamda insan ve doğa ilişkisi bağlamında olduğu gözetildiğinde bu hareketin homojen olmadığı görülebilir tam da bu sebeplerle  tüm bu akımları ifade etmek için de en genel olarak ekoloji hareketleri kavramlaştırması tercih edilebilir.

Türkiye’de de özgün anlamıyla ekoloji hareketlerinin bir bileşeni olan doğa korumacı kitle örgütlerinin kuruluşunun  Türkiye kapitalizminin doğadaki yıkıcı yüzünün anlaşılmaya  başlandığı 1950’lere uzandığı söylenebilir. Ancak bu kurumlar kapitalizmi veya moderniteyi sorgulayan  perspektiflerden değil,  Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte yasallaşan doğa korumacı, sıkı koruma önlemleri içeren yasal düzenlemelerin felsefesinden hareketle örgütlenmişlerdir. Şunu da belirtmek gerekir ki, Cumhuriyet’in örgütsel kuruluş felsefesi aydınlanma geleneğinden feyz alırken, doğa korumacı yasalarının Almanya kökenli romantik bir gelenekten beslendiği söylenebilir.

1950’li yıllarla birlikte Türkiye İthal ikameci bir kalkınma ve sanayileşme dalgası üzerinden yolunu çizmeye başladığında, kır topraklarını ve köylülüğü kısmen koruma altına almış yasal düzenlemeler Türkiye’de gelişen kapitalizm bağlamında yerini ulusal sanayinin güçlendirilmesine önem ve öncelik veren bir  perspektife bırakıyordu. Bu doğrultuda her mahallede bir zengin yaratma politikaları, Sermaye sınıfının palazlanabileceği politikaları da beraberinde getiriyordu.

Hızlı, gelişigüzel ve plansız büyüyen kentler bu dönemdeki kalkınma politikalarının odağı olmaya adaydı. Kırdan kente göç de bu kalkınma politikalarını uygulayacak sermaye sınıfına ucuz işgücü teminine zemin hazırlayan bir olguydu. Doğal kaynaklar kodlamasıyla bilinen doğal değerler, Sermayenin ve İthal ikameci kalkınma politikalarının lokomotifi olan devletin düşük maliyetli hammadde rezerviydi. 1950’li yıllardan 1980’lere kadarki dönemde uygulanan kalkınma politikalarının yarattığı toplumsal eşitsizlikler ve sömürü beraberinde ortaya küresel  ölçekte genişleyen  ekolojik krizi derinleştiriyordu. Bilim ve teknolojide yapılacak atılımlar ve doğanın bilgisiyle tasarlanmış “toplumsal bilginin” verili  sorunlarımıza çözüm olacağı bir kez daha ısıtılarak, toplumların önüne hazır reçeteler olarak konuluyordu.

Kentlerde yaşanan ulaşım, beslenme, barınma sorunları, hava, su ve toprak kirliliği, doğal ve kültürel mirasımızın yağmalanması, floranın, faunanın ve kırın  yoksullaşması, bizatihi kır kent çelişkisi bu dönemin kimi sosyalist sol siyasal hareketlerinin ve demokratik kitle örgütlerinin  politik mücadele alanları arasında yer alıyordu. Bu dönemde bu sorunlara karşı mücadele etmenin gerekliliğini vurgulayan örgütlerin, bu sorunları yaratan kapitalist toplumsal örgütlenmenin alaşağı edilmesinin gerekliliği ön görüsü bugün için hala kıymetli ve gerekli bir perspektif sunsa da yeterli olduğu söylenemezdi. Yine bu dönemde gelişen doğa korumacı faaliyetler de toplumun dikkatini yok olan tür ve habitat çeşitliliğine, tarımsal alanda yoğun olarak kullanılmaya başlanan kimyasalların çevresel sonuçlarına ve bilinçsizce yapılan avcılığın tahribatlarına toplamaya ve bu konuda yasal düzenlemeleri etkinleştirmeye çalışıyordu.

1980’li yıllardan sonra ihracata dayalı kalkınma politikaları yaşamın her alanını metalaştırma sürecini hızlandırırken; ulusal ve uluslar üstü sermayeyi Türkiye’ye çekme gayretleri doğayı tamamen yağmaya açık hale getiriyordu. Bu dönem Batı kapitalizmi içinde gelişen Avrupalı yeşil partilerin parlamentoya girme hazırlıkları yaptığı ve Türkiye’de de siyasal bir hareket olma niyetiyle yeşil ve ekoloji hareketlerinin eylemliliklerinin yoğunlaştığı bir dönemdi. Bir yandan doğa korumacı faaliyetler, bir yandan bölgesel ölçeklerde ortaya çıkan çevreci hareketler, diğer yandan endüstriyel kalkınmayı sorgulayan yeşil ve ekoloji örgütleri siyasal arenaya çıkmaya hazırlanıyorlardı.Tüm bu hareketlerin beslendiği felsefi ve tarihsel damarlar birbirlerinden farklı olsa da, bu hareketlerin  ortak bir gündemi vardı: İnsanların yarattığı uygarlık nereye gidiyordu, doğa üzerindeki yıkıcı üretim ve tüketim faaliyetlerinin yarattığı tahribatın önüne nasıl geçilebilirdi?

Seksenli ve Doksanlı Yıllar: Sosyalizmden Sonra Ekolojiden Önce…

Mersin’in portakal bahçelerinin arasından denizi görebildiğimiz zamanlardı seksenli yıllar… Doksanlı yılları yaşarken ise birden bire ama hiç kesilmeyen bir hızla portakal bahçelerinin bağrına dikilen apartmanları hatırlıyoruz ve onlar karşısındaki çaresizliğimizi, apartmandaki çocukların, bizleri,  balkondan  seyredişlerini ve müftü deresinin iki yakasına kurulan hayatlar arasındaki git gellerimizi de… Bir yakada apartmanlar bir yakada çadırdan evler, ekolojik sorunları gündelik hayatlarımıza göç ve kentleşme gibi çarpık bir kodlamayla taşıyordu.

Diğer yandan Gökova termik santrali, Yatağan, Güven park’ın oto parka dönüştürülmesi projesi ve bunlara karşı girişilen yerel eylemlilikler ekolojik sorunları “çevre katliamı” kodlamasıyla kamuoyunun gündemine taşıyordu. Ekolojik krizin yoğunlaşmasına paralel olarak bu konuda basılı neşriyatta da göreli bir artış yaşanıyor, pek çok yerel çevre derneği kuruluyordu. Bu çevre dernekleri  reel politika denilen rötuş sanatının ustalıklarıyla şehrin trafolarını boyayarak kenti güzelleştirmeye çalışırken, on iki eylül darbesinin belleğiyle politikadan arınmış işler yapmanın huzurunu da taşıyorlardı.

Sovyetlerin yıkılışıyla yitirilen ütopyayı arayanlar içinse yeni tutamak, “yeşilmişik, sazmışık” güzellemesiydi. Çehov’un Vişne Bahçesi’nde ki gibi yeşil felsefenin aristokratları  kurumuş vişne ağaçlarına su taşıyorlardı.

Doksanlı yılların başında yaşanan ekolojik krize yanıt üretmesi beklenen pek çok yeşil kendi kişisel ve siyasal tarihleriyle hesaplaşmasından kurtulabilmiş değildi. Önce kurtulmaları gereken bir sosyalizm ‘hastalığı’ vardı. Sosyalizm diye bildikleri de “hemen şimdi” ezberciliğinden başka bir şey değildi.

Bu dönemde,  ekolojik krizi tarihsel kaynaklarıyla analiz edebilecek kadar çok  tartışma yapılsa da bu tartışmalar niteliksel olarak ekolojik krizi analiz etmekten uzaktı. Ekolojik krize karşı cephanelik, sınırlı sokak eylemlerinin gücünde aranıyordu. İçsel hesaplaşma bitmemişti ama bu içsel hesaplaşmayı boyayacak malzeme hazır edilmişti: “Karşı karşıya olduğumuz kriz tüm insanlığı ilgilendiriyordu ve sınıfsal çözüm arayışlarımız iflas etmişti”, tarihin sonu bir kez daha ilan ediliyordu.

Sanki kapitalizmin tüm insanlık tarihini ve insanlığı karşısına alması sınıfsal çelişkinin derinliğini değil de öznesiz siyasetin güzelliğini imliyordu. Bu sorunu küçük burjuva duyarlılıklarıyla yaşayan kentliler bir yanda, diğer yanda sosyalizm mücadelesinden emekli ve alaylı yeşil ve ekolojist uzmanlar, diğer yanda ekolojik krizin mağduru yoksul kır ve kent emekçileri asla ve asla yan yana gelemeyecekmiş gibi toplumsal, siyasal ve sınıfsal olarak farklı kompartımanlarda yaşamaya mahkum  görülüyor, küresel kapitalizmin yönetsel değerlerinden olan ağ tipi örgütlenme tarzı içselleştiriliyor, hiyerarşiye karşı örgütlenme derken tüm ilişkiler giderek hiyerarşikleşiyor, tarihsel olarak izah edilemeyen doğayla barışık yaşam biçiminin ne menem bir şey olduğu yeşil ortodoksi tarafından izahsız bırakılarak sağcılaşan örgüt kültüründe ütopyaların tarihine dip not düşülüyordu.

Ekoloji hareketlerine sosyalist mücadeleden transfer olanlar için örgüt tu kaka, partisiz parti şiarı ise baştacı ediliyordu. Artık fincancı katırlarını ürkütmeden harekete geçme zamanıydı. Halkımız ekolojik duyarlılıklarla donatılmalı ve yerelinde yaşadığı sorunlara karşı hemen şimdi küresel düşünüp yerel davranmalıydı.

Türkiye’de yeşil hareket kendini, sosyalizm mücadelesinin küllerinden kurtulmaya çalışanların önderliğinde toplumsal mücadelenin içinde buldu. Yeşil hareketin partileşmesiyle çatırdaması bir oldu. Termik santrallere karşı mücadeleler, nükleer santrallere karşı hareketler bu hattın temsilcilerinin baskın olduğu bir zeminde hayat buldu.

Bu dönemde neden örgütlü bir yeşil hareket yaratılamadı sorusunun cevabı bu yüzden açıktır, “Partisiz parti” derken hareketsiz, ‘sosyalizm’den kurtulmak adına hiçbir toplumsal sınıfa dayanmayan mücadele pratikleri yüzünden marjinal, Avrupa merkezli siyasal tezlerle ekolojik krize çözüm ararken siyasetsiz kalmışlardı.

Bu nedenlerle seksenli yılların sonunda yeşeren yeşil hareket bir on yıl sonraya dağınık ilişkiler bıraktı. Ne ‘marksizmle hesaplaşacak kadar ideolojik bir cephanelik’ yaratılabilmişti, ne de mücadeleci kitleler… Türkiye’de doksanlı yılların ikinci yarısında kısmen güçlü bir hareket olan nükleer karşıtı hareketten geriye de, nükleer santrallerin yeniden gündeme gelmiş olmasına karşın, dağınık ve zayıf kadrolar kalmıştı.

Yeşil kadroların güçlü olduğu İzmir’de, bu yıllarda çıkan alternatif ekolojist dergi Ağaçkakan da bu dağınık hareketi toparlayamamış, bu çevrenin ‘ulusalcı tezleri’ liberal ya da sol yeşillerin tepkisiyle karşılaşmış ve onları hareketin renklerinden biri haline dönüştürmüştür. Ancak dergide yayımlanan pek çok nükleer karşıtı makale ve yazı dönemin yazılı belleği ve kimi derneklere, hareketlere de teorik referans olmuştur. Bu çevrenin kurduğu dernekler ise bugün işlevsiz hale gelmiştir.

Ekoloji hareketlerinin Bergama ve Akkuyu deneyimleri

Doksanlı yılların ortasında Bergama’da altın madenciliğine karşı hareketi örgütleyen ve toplumsal meşruiyet kazandıranlar arasında da Yeşiller Partisi’nin kuruluş sürecinde yer alan sosyalistler olduğu söylenebilir.

Bu hareketin yaratılmasına yeşil kadroların katkısı büyüktür. Bu kadrolar, 1980 öncesi aktif olarak siyasetin içinde yer almış insanlardır. Bu nedenle de örgütlenme deneyimine ve örgütçülük kapasitesine sahiptiler. Bu durum, İzmir’de bu faaliyetin  hukuksal, toplumsal ve köylü ayağının oluşturulmasında ciddi kolaylıklar sağladı. Bu zemin üzerinden Bergama’daki hareket adeta patladı ve tüm Türkiye’de, tüm dünyada yankı uyandırabilecek bir meşruiyete ve kitleselliğe ulaştı. Ancak hareketin köylü hareketi karakteri kazanması, yeşil kadroların bu karaktere nüfuz edememesi ve bu hareketin köylü önderlerinin yeşiller hareketiyle organik bir ilişki kurmaması hem hareketi lokalleştirmiş hem de yeşillerin bu siyasal zemine nüfuz etmesini engellemiştir.

Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer santrale karşı hareket Bergama hareketinden yapısal özellikleri itibariyle daha farklıydı. Bölgedeki köylülükle hareket buluşmadığı gibi sorunun bizatihi muhatabı olan Akkuyulular arasında Akkuyu’ya yapılacak nükleer santrale karşı Bergama düzeyinde bir duyarlılık yaratılamadı. Çünkü o bölgenin toplumsal-sınıfsal yapısı ve siyasal geçmişi bu sorunu kavrayabilecek bir dinamiği içermiyordu. O bölgenin şehir merkezinden oldukça uzak olması, bu sorunla ilgilenen örgütlü tabakaların sorunu noktasal olarak algılaması, sorunun toplumsal-sınıfsal ilişkilerle bağlarını bu örgütlerin kuramaması nükleer karşıtı hareketin, köylülerle organik ilişkiler kurmasını engelledi. Genel olarak daha elitist bir çalışmanın faaliyeti olarak güç ve etki yarattı.

Kısaca doksanlı yıllarda Türkiye’deki ekoloji hareketleri,  yeni toplumsal hareketlerin belleğiyle yola çıkmış ama geleneksel siyasal hareketlere dönüşmüş, dönemi çözümleyen özgün bir Doğa­-Toplum ilişkisi ve bu temelden yükselen bir tarihsel tez inşa edememiştir. Başka bir deyişle gerek teorik cephaneliğin yetersizliği gerekse de örgütlü ilişkiler ağının zayıflığı nedeniyle hareketin, politik olarak belirleyeci bir programatik eksen, örgütlü bir hareket, taban inisiyatiflerini geliştiren bir süreci yaratamadığı ortadadır. Tutunacak tek eleştirel dal yine Sovyet iktisadının kalkınma ideolojisi olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’de yeşil hareketin özel bir tarihi, özel bir geçmişi olduğunu bu dönem için iddia etmek çok zordur. Bu nedenle bu dönem ekoloji hareketlerinin, Türkiye soluyla karşılaştırmalı olarak okunması gereken bir geçmişi var.

Elbette ekolojik kriz karşısında ekoloji hareketlerinin gelişememesini belirleyen tarihsel nedenleri de ihmal etmemek gerekir. Ekoloji hareketlerini öznesiz siyasete yönlendiren tek neden teorik açmazları değildi. Yaşanan toplumsal kutuplaşmaya bağlı olarak, sınıfsal, mekânsal ve kültürel ayrımların keskinleşmesiyle özellikle metropol kentlere alt ve üst sınıfların kültürel ve siyasal tercihleri egemen olmaya başlamıştı. Bu durum,  Okumuş orta sınıf kültürünün kitlesel desteğinden, eğilimlerinden, tercihlerinden beslenen ekoloji hareketlerinin kentlerde hegemonya oluşturacak politik zemin bulamamasına neden oluyordu. Orta sınıf değerleri olan Kentliliğe ve  Kent kültürüne referansla oluşturulan ekolojik politikalar, ekoloji hareketlerinin eleştirdiği geleneksel siyasetin alternatifini  inşa edecek politik mevzilerin yaratılmasına olanak tanımıyordu. Bununla birlikte Modern kurumlara duyulan ilginin azalmasıyla modern diyebildiğimiz bütün  kurumsallıklar;  sendikalar, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları güç kaybediyordu. Modernliğin getirmiş olduğu bütün kurumsal ve kültürel kaynaklar ve biçimler  giderek daha az sayıda insanın kullanabildiği, giderek daha az sayıda insanın bu şekillerde örgütlenebildiği yapılara dönüşürken, ekoloji hareketlerinin var oluşu da parçalı, iş üzerinden bir araya gelebilen ve iş bittiğinde dağılan bir biçimde gelişiyordu. Bu örgütlenmeler içinde yer alan orta sınıf karakteri taşıyan siyasal öznelerin ise bu örgütsel kültüre karşı derin bir yabancılaşma içine girdiğini, genel olarak her tür programatik politikaya ve kolektif eyleme doğru bir çekingenlik, kayıtsızlık, güvenmeme, inançsızlık hali taşıdığını, kendini verili kurumlar içerisinde temsil ediyor göremediğini, herhangi başka bir kurumsal yapıyı da yaratacak gücünü kendinde bulamadığını belirttiğimizde bu dönemde  ekoloji hareketlerinin gelişmemesinin genel hatlarını çizmiş sayılabiliriz.

Çevrecilerin Sokağı: Mücadele Çıkmazı

On iki eylül darbesinden sonra yaşanan apolitikleşme süreci tek başına kişisel eğilimleri belirlemedi. Bu kişilerin kurdukları örgütlerde apolitik tavırlarını tüzüklerine yazarak, darbenin saflarında konumlanıyorlardı.

Sol hareketlere karşı estirilen terör tüm örgütlenmeleri etkilemiş, siyaset giderek sağcı bir geleneğe oturmuştu. Ekoloji hareketleri de sağdan esen bu rüzgardan oldukça etkilenmişti.

Ekoloji hareketlerinin sağdan sola doğru geniş yelpazesinde merkez sağın değerlerini temsil eden örgütlü kesimin çevreciler olduğu söylenebilir.

Çevreciler, ekolojik krizin derinleşen çelişkilerini, toplumsal sınıfları uzlaştırarak ve  tekil çözüm önerileriyle bertaraf etmeye çalışır. İnsanların beslenme, barınma, sağlık gibi ihtiyaçlarını  profesyonel yardım ekipleriyle çözmeye çalışan çevreci örgütler,  alt sınıfları topluma kazandırma, bir nevi rehabilite etme işine de soyunur. Ormanların yok olmasının sebebini, orman köylüsünün ormanları kesmesine indirgeyerek, köylüleri ormandan uzak tutacak yöntemler geliştirirler. Erozyona karşı  ağaçlandırma faaliyetleri yöredeki halkın eğitilmesi ve ağaçlandırma faaliyetinde istihdam edilmesiyle yapılmalıdır.  Böylece işsiz köylü hem istihdam edilecek hem de çevre sorunları engellenecektir. Çevreci örgütler bir yandan kendi profesyonellerine iş olanağı yaratırken bir yandan da profesyonellerinin geliştirdiği projelerle birer işletme gibi iş ve çalışma imkanları yaratırlar. Ekolojik sorunların çözümünde ekonomik kalkınma kriterlerini referans alarak hareket eden pek çok çevreci örgüt bu projelerini gerçekleştirebilmek içinde yoğun emek gücüne, gönüllüye ve karşılıksız fona ihtiyaç duyar. Yani çevrecilik tek başına çevre sorunlarına özgülenmiş insanların faaliyeti değildir. Barınma da, kırsal kalkınma da, beslenme de çevrecilerin ilgi alanına girer; ama bu faaliyetle güdülen amaç ve faaliyetin nasıl ve hangi tarzda yapıldığı ve nasıl bir toplumsal sistemi hedeflediği, sorunların nasıl tanımlandığı çevrecileri ekolojistlerden ve yeşillerden ayırır. Bu noktada çevrecilerin ideolojik referanslarının liberal ve muhafazakar perspektiflerden beslenmesi ve bu kesimlerin dünyanın her yerinde ve Türkiye’de çevrecileri desteklemesi tesadüf değildir.

Bu kesimlerin toplumsal projesi, “hiçbir şeyin değişmemesi için sürekli değişim”dir. Çevreciler, Sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleştirilememesinin ve yaşanılabilir bir çevrenin yaratılamamasının nedenini de, devletin ekonomik ve sosyal nitelikli pek çok faaliyetin içinde yer alması, git gide büyümesi ve bu faaliyetleri finanse edecek kaynaklar üretmekte doğal olarak yetersiz kalmasıyla açıklamaktadır. Bu politikaların ve uygulamaların doğal sonucu, bireyin atalete itildiğini düşünürler. Hiç olmazsa temel gereksinimleri, devlet tarafından karşılanan ya da karşılanacağını bilen bireyin bu temel gereksinimleri karşılamak için, bir çabada bulunmak istemeyeceği düşünülür. Liberal çevreciler, devletin sosyal refah devleti anlayışı içinde oluşturduğu örgütlenmenin tasfiyesini isterler. Bu nedenle devletin yerine getirdiği sosyal politikaların kredi ve fonlarla beslenen çevreci v.b örgütlerle hayata geçirilmesine önem verirler. Böylece hem devlet üzerine düşen yükümlülüklerden kurtulur hem de bu örgütler birer şirket gibi işletilerek piyasa mekanizmaları yeniden kurulur.

Çevreci geleneği sağdan besleyen diğer akım; muhafazakârlar ise, devletin, hükümetin, parçalarına ayrılabilen, bireylerce parçaları sonradan bir araya getirilebilen, değiştirilebilen bir varlık olmadığını düşünür. Buna göre, devlet, Çok hassas bir dengeye sahip bir organizmadır. Bu organizma bireylerin ona uyma, saygı gösterme, itaat etme geleneğine sahip oldukları bir ortamda bu hassas yapıyı koruyarak yaşamını devam ettirebilecektir.  Bireyler arası eşitsizlik, toplumun organik niteliğinin doğal bir yansımasıdır. Bunu düzeltmek için devlet, hükümet müdahalesi gerekmez. Eşitsizliğin ortaya çıkardığı toplumsal sorunlar, yine toplumda mevcut yerleşik kurumlar aracılığı ile çözülebilir. Bu anlamda, aile, kişinin içinde bulunduğu yakın toplum, gönüllü kuruluşlar… dinsel örgütlenmeler görev ve sorumluluklar üstlenmek zorundadırlar. Özel mülkiyet ve mülkiyet hakkı, muhafazakâr görüşte de, liberalizmde olduğu gibi vazgeçilmez ve titizlikle korunması gereken bir haktır; toplumsal statülerin temelinde bu hak yatar.

Bu merkezlerden beslenen çevreciler, bunların STK’ları, kapitalizmin yarattığı derin çelişkinin sonuçlarını onarmaya kalkan tesisatçılar konumuna itilmektedirler.

Çevrecilerin, kapitalizmin insani can simidi ve vicdanı haline gelmelerinin özünde bir mahzuru yok. Sıkıntı bu konumun bir amaç haline gelmesinden kaynaklanıyor. Bu kuruluşların asli var olma nedeni bu olunca kapitalizmin alternatiflerini tasarlayıp, bunların toplumsal tahayyülde güçlenmesi mücadelesi bir kenara bırakılıp, kapitalizmin yarattığı felaketlerin yaralarının sarılması ön plana çıkıyor. Acil müdahale ihtiyacının artan biçimde bastırması, felaket üreten yapıya karşı siyasal ve toplumsal tahayyül düzeylerinde mücadele edilmesi gereğini sürekli erteleyebiliyor.

Çevreciler bir yandan kapitalizmin getirdiği iletişim, dolaşım ve finansman olanaklarını kullanarak güçlenirlerken, diğer yandan kapitalizmin yarattığı yıkıma karşı harekete geçtiklerini iddia ederek varlıklarını meşrulaştırıyorlar. On milyon meşe palamuduyla uğraşan Tema, Dersim’de yanan ormanlara tam da bu yüzden tepkisiz kalabiliyor. Dünyadaki insani felaket bilançosuyla o yılın uluslararası dayanışma kuruluşlarının konsolide “cirosu” arasında doğrudan bir ilişki var. Gönüllülük yerine giderek daha fazla profesyonellik esasına göre örgütlenen bu kuruluşların süreklilik arz eden harcamalarını karşılayabilmeleri için masraflı bir yardım kampanyası sistemini hayatta tutmaları gerekiyor. Bu tanıtım ve “duyarlılaştırma” kampanyalarının içerik ve bütçe itibarıyla ürün tanıtım kampanyalarından bir farkı yok. Dünyanın herhangi bir yerinde bir acil müdahale ihtiyacı doğduğunda, bu kuruluşlar arasında yaşanan “ilk olma” veya “orada ilk görünme” yarışı pazar paylaşımı rekabetinin tüm unsurlarını barındırıyor: İskenderun Körfezinde demirli olan Ulla gemisi battığında yaşanan manzara, tam da böyleydi denilebilir.

Dayanışmanın bir tür ticarete, bir profesyonel faaliyete dönüşmesinin, son tahlilde, kapitalizmin toplumsal sonuçlarının eleştirisinin kapitalist toplumunun güçlenmesine yol açması gibi bir sonucu da var. Dayanışma idealinin metalaşmasına direnerek, kapitalist toplumsal ilişki biçimlerinin bu alanı egemenliği altına almasına karşı çıkarak, dayanışmayı alternatif bir toplum yapısının kurucu ilkesi olarak tasarlamak mümkün. Ama bir geçim aracına dönüşen profesyonel çevrecilik bu sorunların varlığından kendisini var ettiğinden ve bunlardan beslediğinden son tahlilde dayanışmaya gerçek anlamını veremez.

Yeşiller Yeşillenebilecek mi?!

ÖDP’nin Türkiye’deki siyasal ihtiyaçları karşılayamadığının içeriden dillendirilmesi ve bu partiden siyaseten kopuşların yaşanmaya başlamasıyla Yeşiller hareketini temsil ettiğini söyleyen bir grubun filizlenmesi hemen hemen aynı döneme denk düşer. Bununla birlikte tüm hızıyla parti girişimi faaliyetine devam eden yeşillerin parti kurup kuramayacağı da ciddi merak konusu, bu partiyle ne yapacakları da ayrı bir dert.

Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu’nun “Türkiye Avrupa Birliği’nde: Nasıl bir Ortak Gelecek?” başlıklı 19\21 Ekim 2004 tarihli toplantısında ise Alman yeşillerinin, Türkiyeli Yeşiller’den çok;  Kürt, Alevi örgütlerini; Kemal Derviş’i ve Zülfü Livaneli gibi simaları kendilerine partner olarak seçmeye niyetlendikleri anlaşılıyordu.

Bu grup, Yeşiller Partisi Girişimi olarak Bodrum’da  2002’de yapılan toplantıda kurulacak olan partinin ilkeleri ve politik program öncelikleri konusunda tartışmış ve yeşil politikaların geliştirilmesi ve yeşillerin örgütlenmesi için bir temel niteliği taşıyacak olan şu ilkeleri belirlemişti:

“1- Doğaya uyum ve ekolojik bilgelik

2-Endüstriyalist tüketim toplumuna karşı ekolojik, paylaşımcı ve çoğulcu toplum

3-Kapitalizme ve neoliberalizme karşı küresel mücadele

4- Erkek egemenliğinin reddi

5- Militarizme karşı sivilleşme, savaşa karşı barış

6- Doğrudan demokrasi

7- Yereli öne çıkaran merkezsiz ağ tipi örgütlenme

8- Birey özerkliğini geliştirici toplumculuk ve kolektif çalışma anlayışı

9- Otoriter ve tahakkümcü yapılara karşı duruş

10- Kültürel, dinsel, etnik, cinsel ve düşünsel farklılıkların ve çok renkliliğin tanınması”

Batı Avrupa’da ortaya çıkan yeşil partiler, olgunlaşan ve siyasal gündemi belirleyebilme gücüne kavuşan ekoloji hareketlerinin, nükleer karşıtlarının, barış girişimlerinin, vicdani redçilerin.. parlamentodaki siyasal görünümü olarak açığa çıkarlarken; Türkiye’deki yeşil parti girişimi taban inisiyatiflerini dikey olarak örgütlemek yerine, bir siyasal sekt olarak kendini örgütlemektedir.

Türkiye’de ekoloji hareketleri yatay örgütlenmelerini tamamlayabilmiş değildir. Küçük ve zayıf pek çok ekoloji hareketi birbirinden habersizdir. Bu hareketleri derleyip toparlayacak ve gündemlerini toplumsallaştıracak ortak platformlar inşa edilmeden girişilen yeşil parti deneyimi, kendinden beklenen siyasal çoğulculuğu ve politik önderliği sağlayabilecek bir taban desteğinden de yoksundur.

Bu nedenle parti girişimi bir sekte dönüşme tehlikesi barındırmaktadır. Geleneksel partileşmeye dayalı dikey örgütlenme çabalarının, geçmişin acı deneyimlerini gözeterek, partileşse de;  partiden beklenen “öz yönetime “dayalı pratikleri hayata geçirme olanağı yoktur.

Ortaya atılan ilkelerle, ittifak kurulan örgütlerin toplumsal tahayyülleri arasındaki derin açı da belirtilmesi gereken bir diğer noktadır.

Bu bağlamda yeşiller grubu, ilkelerini hayata geçirmek için üç ekoloji adlı bir dergi çıkartmaya başladı, derginin çıkış yazısında şunları söylüyorlardı:

Türkiye’de ise yeşil politika oldukça eski bir geleneği olmasına rağmen önemli bir etki gücüne sahip değil. Hem yeşil politikanın yeni toplumsal muhalefete sağlayacağı olanaklar, hem de kendini yeşil ya da ekolojist olarak tanımlayan kişilerin politik anlamda kendilerini ifade edebilecekleri zeminin ne olacağı, tartışılması gereken sorular olarak duruyor. Yeşil politik hareketin düşünsel zeminini, dayandığı ilkeleri, önceliklerini ve karşı çıktığı endüstriyalist sisteme ve tüketim toplumuna karşı sunduğu alternatifleri tartışmak önemli olmaya devam ediyor. Buna Avrupa’da artık hükümetlere giren, küresel politikaları ciddi biçimde etkileyen yeşil partilerin mevcut durumunu tartışmak gerektiğini de ilave edebiliriz.Söyleyecek yeni bir söz bulabilmek ne iyi olurdu.”

Üç ekolojinin ilk sayısına yazdığı ‘’Ütopyalarımız veya İnançlarımızla Gerçekliği Birbirine Karıştırıyoruz” adlı yazıda Melih Ergen, parti girişimi içinde olan arkadaşlarına samimiyetle sorduğu ‘’Marksizmle teorik çarpışma için yeterli cephaneniz var mı sizin?” sorusuna derginin ikinci sayısında Ender Eren’den gelen yanıt, utangaçça, durumu ele veriyor: “…Konuya reel sosyalist açıdan yaklaşıldığında ya da tahakkümcülük tarafından bakıldığında kolay gözükmekle beraber, ekonomik alternatifinde zorlanılmaktadır.”

Yeşillerde yaşanan tek kriz ekonomik alternatif sorunu da değildir ve hatta bu bir kriz değildir. Çünkü şu anki yeşiller parti girişimi tarihsel ve diyalektik bir doğa-­toplum ilişkisi tarif ederek ve bu zeminden hareketle toplumsal çözümleme ve ekolojik kriz tahlili yapma kaygısı taşımaz.

Sosyalist deneyimlerle hesaplaşmak adına, Tarihsel Materyalizmin İnsan ve Doğa ilişkisini açıklamaktaki epistemolojik ve ontolojik zenginliğini elinin tersiyle iten yeşil sekt “emeğin” insan ve doğa arasındaki kurucu, yapıcı ve yaratıcı diyalektik ve tarihsel gücünü anlayamamaktadır. Bu nedenle insan ve doğa arasındaki ilişkiyi tarihsel sürecinde izah edebilecek, tarihi ve günlük yaşamın sorunlarını değiştirebilecek siyasal hattan ve “özne” den yoksun mekanik  materyalist ya da hegelci diyalektik bir konuma savrulmaktadırlar.

Yeşillerin Minimum program taslağında belirtilen şu noktalar da yukarıdaki belirlemeyi güçlendirecek niteliktedir:  “Yeşiller işçi sınıfının olmayacağı bir toplumsal düzeni hedefler. Ancak kapitalist bir sistem içinde kalarak siyaset yapacağı için de çalışma hayatında emekçi sınıftan yana tavır koyar. İşçilerin çalıştıkları yerlerde yönetime katılarak, alınacak ekonomik kararlarda belirleyici olmalarını ister. Bunun yanında yeşiller kafa emeği ile kol emeği arasındaki ortamlarının düzenlenmesinde söz, yekti ve karar sahibi olmasını teşvik eder. Çalışma süresinde radikal bir düşüşü talep ederek bunun için mücadele edilmesini destekler. İşçilerin nitelikli bir hayat sürdürmelerini sağlayacak bir ücret politikasını talep eder.  Sosyal haklarını (sadece sağlık ve emeklilik sigortası değil, işyerinin insan sağlığına elverişli kılınması, çalışma esnasında yaptığı işin bütününe egemen olabileceği bir iş akışını, cinsiyet farkından doğan hakları da kapsayacak biçimde) tam olarak elde etmelerini, sendikal örgütlenmede hiç bir engel ile karşılaşmamalarını savunur. Küresel ekonomiden gelen sermaye yanlısı düzenlemelere karşı çıkarak bu tür düzenlemelere karşı koyar, bu doğrultuda emekçiler ile birlikte mücadele eder.” Emekçilerle birlikte olmakla emeğin ve doğanın politikası arasındaki derin açı tarihsel tezlerin farklılığından kaynaklanır.

Yeşiller hareketinin Doğa ve Toplum ilişkisine dair tarih tezleri ekolojik bilgelik ilkesi çerçevesinde şudur:

‘’Biz, insanın doğal dünyanın bir parçası olduğunu kabul ederiz ve tüm yaşam biçimlerinin, insan dışı türler de dahil olmak üzere, özgül değerlerine saygı gösteririz. Biz, insan toplumunun gezegenin ekolojik kaynaklarına bağımlı olduğunu ve ekosistemin bütünlüğünün sağlanması ve biyolojik çeşitliliğin ve yaşamı destekleyen sistemlerin esnekliğinin korunması gerektiğini kabul ederiz. Biz, dünyadaki yerli halkların bilgeliğini, toprağın ve onun kaynaklarının koruyucusu olarak kabul ederiz.”

Bu ilke, yeşillerin, doğa ve ­toplum ilişkisini tek yönlü kavradıklarını göstermekte ve yeşil toplumsal analizi, sosyobiyolojizm yorumlarına kapı aralayacak kadar indirgemeci kılmaktadır.

İnsanı doğa içinde eriten bu tarihsel çıkış noktasına karşı  hemen belirtmek gerekir ki, bütün toplum biçimleri için geçerli bir kategori olan emek insan ve doğa arasında sürüp giden ilişkiyi dile getirir. Emek,  bütün toplum biçimlerinden bağımsız olarak, insan varoluşunun bir koşuludur; insan ile doğa arasındaki etkileşimi ve dolayısıyla insan yaşamını, dolayımlayan, sonsuz bir zorunluluktur. İnsanın dönüştürücü faaliyeti, gerçek bir süreci (emek sürecini) harekete geçirir. Bu süreçte emek, kendi farklı doğasını toplumsal ilişkilerle yeniden üretir. Böylece her gün kendi yaşamlarını üreten insanlar, başka insanlar yaratmaya, kendi kendilerini yeniden üretmeye koyulurlar. Toplumsalın bu yönüyle insanlar, yaşamı üretirken kendi yaşamını olduğu kadar başkasının yaşamını da üretir. Emek dolayımıyla bu ilişki bir yanıyla doğal bir ilişki, bir yanıyla toplumsal bir ilişki olarak görünür.

Emek, insanla doğa arasında, durağan bir birliği, ya da özdeşliği ifade etmez. Emek insan ile doğa birliğinin hep yeniden oluşturulmasıdır. Bu anlamda insan ile doğa arasındaki diyalektiği emek dolayımı ile kavrayabiliriz.

İnsan, doğadan ayrı bir şey olarak kabul edildiğinde anlamı vardır. Bununla birlikte, insanların üretim etkinliği insanlar için doğayı anlamlı (algılanabilir ve dönüştürülebilir) kılar. Bu kesintisiz etkinlik, insanı insan yapan bir süreç olduğu gibi, doğayla kurulan birliğin de her an yeniden üretilmesini sağlar.

Marx, “insan – doğa birliğinin tıpkı insanların doğayla savaşı gibi sanayide hep ve sanayinin gelişmişlik düzeyine bağlı olarak ve üretici güçlerin o düzeye tekabül eden bir temel üzerinde geliştirdikleri noktaya dek her çağda farklı biçimlerde varolageldiği anlaşıldığından kendiliğinden ortadan kalkar. Sanayinin ve ticaretin yaşamsal gereksinimlerin üretimi, değişimi, dağıtımı, değişik toplumsal sınıfların yapısını belirledikleri gibi yürütülüş tarzlarına göre kendileri de bunlar tarafından belirlenirler.”  der. Feuerbach’a yönelttiği eleştiride, “her yeni buluş, sanayideki her ilerleme, bu alandan (yani insanın kendisine tabi kılmadığı doğadan) bir parçayı daha götürür. İnsanlık tarihi öncesinde doğa hiçbir şekilde, Feuerbach’ın içinde yaşadığı doğa değildir. Bu doğa artık hiçbir yerde var olmayan bir doğadır.

İşte insan – doğa birliğini dolayımlı bir birlik yapan da budur. Bununla birlikte doğa, hem toplumsal yaşamın temelidir, hem de bu yaşamın içinde yer alır. Burada, toplumsal ilişkiler içinde ve onlar aracılığıyla yeniden oluşturulur. Doğanın ontolojik olarak ayrı bir alan niteliğinin aşılamayacağını kabul etmek, gerçek bir dolayım anlayışına ulaşabilmenin önkoşuludur. İnsan – doğa birliği, emek aracılığıyla bu iki ayrı alanda karşılıklı bir dönüşüm süreci kurulduğu ölçüde, dolayımlanmış bir birlik olur. Şunu belirtmek gerekir ki, bu birlik, türdeş olmayan iki alanın, ‘farklılık içinde’ birliğidir.

Ekolojistler Nereye Koşuyor?!

Türkiye’de  ekolojist hareketlerin iki farklı kolu ve iki ayrı beslenme damarı vardır: İlk kolun içinde, en kristalize olmuş temsilcileri Bookchin’i referans alan Toplumsal Ekoloji grubu, alaylı ekolojistlerden menkul Demokratik Toplum Hareketi ve anarşist perspektiften Sosyal Ekolojist Dönüşüm Derneği yer alır; ikinci kol ise Tarihsel Materyalizmi ve Marksizmi referans alan Ekoloji Kolektifi’dir.

Ekoloji Kolektifi

Ekoloji Kolektifi, kendini emeğin toplumsal mücadelesinin örgütlenmesinde bir geçici bir form olarak tahayyül eder. Emeğin birleşik hattına programatik düzeyden katkılar sunmak için yatay bir örgütlenme anlayışına sahiptir. Kolektif,  emeğin kurtuluşu mücadelesini doğanın ve toplumun kurtuluşu mücadelesine dönüştürmeyi amaçlar.  Bununla birlikte insan ve doğanın emek dolayımlı ilişkisinin ontolojik bir önemi de vardır. Bu anlamda dümeni bunlardan biri lehine bükmez. Emeğin kurtuluşu mücadelesinde, emek sürecinin nasıl örgütleneceği sorusunu en önemli uğrak noktalarından birisi olarak görür. Kapitalist emek süreci örgütlenmesinin çözümlenmesi “doğal sınırlar” tezini içerdiği gibi neyin, nasıl ve ne kadar üretileceği ve doğayla hangi tarzda bir ilişki kurulması gerektiğinin de ip uçlarını verir.

Ekoloji hareketleri içindeki faşist, doğalcı ve metafizik eğilimler her zaman toplumsal karakterli emekten kaynaklanan toplumsal öz gücün, toplumun, doğayla birlikte evrimini sağlayacak ilişkinin önündeki tehditlerdir. Bugün toplumun bizatihi kendisi bir yıkımla, çözülüşle karşı karşıyadır ve bu yıkımı aşmak için özcü, doğalcı akımları, felsefeleri toplum, uğrak olarak seçmektedir. Doğalcı Ekoloji cenahı da bu çekim merkezlerinden biridir. Yeniden ve yeniden üretilen insan sevmezlik, toplumsal yaşam biçimimizden kaynaklanan ekolojik krizi, ya bir tür olarak insanın omuzlarına yıkmakta ya da allaha havale etmektedir.

Gerçekten emekçilerin bugün ihtiyacı olan şey küresel ısınmaya, savaşa, şiddete ve sömürüye karşı duyarlı olmaları mıdır? yoksa bu sorunları ikame etmeyecekleri bir örgütlülük, sorumluluk ve toplumsal bilincin bilgisine sahip olmaları mıdır? Ekolojik kriz ister gezegenimizi ister bedenlerimizi tehdit etsin bu iki veri insanları harekete geçirecek, tetikleyecek veriler sağlamıyor. Çünkü, dinsel inanışların bir yaşama kültürüne dönüştüğü kadercilikle, doğayı tanrısallaştıran tanrıyı doğallaştıran,  köktenci eğilimler siyasal hayatımızın ve yaşama alışkanlıklarımızın başat izlekleridir. Bu noktalarla hesaplaşabilmek emeğe toplumsal karakterini kazandırabilmenin, insanların öz güven sahibi olmalarını sağlamanın patikalarından biri ve en önemlisi de tutarlı bir doğa ve toplum analizinin toplumsal hegemonyasından geçmektedir.

Ekoloji Kolektifi’ne göre:

Doğanın içinden doğal bir varlık olarak çıkan insan, emeğinin dolayımladığı bir tarihsellik-toplumsallık bağlamında, Doğa-Toplum ilişkisini giderek toplumsal karmaşıklığı artan bir bütün olarak oluşturur. Ama insanın toplumsal eyleminin imkânları ve sınırları hep doğal süreçler tarafından çizilmeye devam eder. Doğal hep daha toplumsaldır, ama hiçbir zaman salt toplumsala dönüşmez ve her zaman soyutlamayla erişilebilen bir salt doğallık düzeyinden söz etmek mümkündür. Biyolojik bir varlık olması yönüyle insanın doğa içinde  kendi türsel varlığını sürdürebilmek için yaşadığı evrim de, insanın toplumsallaşması sürecinde emeği dolayımıyla gerçekleşir. Doğa,  insanın türsel varlığının olanaklarının kaynağı olduğu gibi, aynı zamanda de toplumsal varlığının biyolojik zeminidir. İnsana, emek dolayımıyla bir oto kontrol mekanizması da sağlar. Böylelikle insan doğayla kurduğu toplumsal ilişkisinde kendisini, biyolojik olanaklarını, toplumsal uygarlığını yeniden yaratırken, doğayı da yeniden yaratır.

Toplumsal varlığımızın zeminini oluşturan biyolojik özelliklerimiz, toplumsallaşmamızın içinde yeniden üretilir ve toplumsal yaşamımızı da yeniden üretir. Bununla birlikte toplumsallaşmamızı sağladığımız emek sürecinde, doğayla ilişkimize de özgül karakterini kazanır. Bu demektir ki her emek sürecine özgü olarak toplumun doğayla farklı bir ilişkisi vardır. Her emek sürecinin şekillendiği farklı bir toplumsal ilişkiler bütünü vardır, her toplumsal ilişki biçiminde, her toplumsal yaşam tarzında insanlar doğayla farklı bir ilişki kurarlar.

Bu toplumsal evrim her tarihsel süreçte ve toplumsal üretim tarzında yeni bir doğa imgesi yaratırken aynı zamanda insan emeğini, dolayımlı olarak  doğanın bilinci haline de dönüştürür. Bu bilinç, her toplumsal üretim tarzında doğayla ilişki kurmanın farklı veçhelerini  yaratırken, emeğin olanaklarının evrimine doğal ve aşılamaz sınırlar çizmez. Emek, insanın yarattığı uygarlıklara da, doğayla ilişkilenme tarzında, bir öz denetim mekanizması sağlar. Doğa, toplumsal uygarlığımızın turnusol kağıdıdır. İnsan, doğayla ilişkisini yıkıma götüren; emeğinin toplumsal örgütlenme tarzlarını,  insan uygarlıklarının doğal sınırlarını, doğayla ilişki kurduğu her an  anlayabilme ve kendi örgütlenmesini  değiştirebilme potansiyelini de barındırır. Bu potansiyelin açığa çıkartılıp çıkartılamayacağı ise politik bir sorundur.

Bugün kapitalist yaşam tarzından farklı bir toplumsal yaşam tarzında insanların doğayla ilişki tarzları da farklılaşacaktır. Bunun için de emeğin doğayla ilişkiye geçtiği emek sürecinin de farklı örgütlenmesi gerekir. Bu bağlamda teknoloji ve üretim araçları da farklı toplumsal yaşamlarda farklı yapılara bürünecektir. Nükleer santrallerin, biyo teknolojinin geleceğin toplumunda kullanılmasının yeri yoktur, eğer bu toplumsal yaşamın kapitalizmi aştığını iddia ediyorsak.

Bookchin Eğilimi

Ekolojist gelenek farklı veçhelerine karşın kendi ideolojik cephaneliğini insanın doğayla ilişkisi üzerinden, bir toplumsal projenin kuruluşuna akıtır. Türkiye’de temsil edildiği kadarı ile Bookchin eğilimi, Toplumsal Ekoloji Grubu, Sosyal Ekolojist Dönüşüm Derneği ve Demokratik Toplum Hareketi içinde gözlenmektedir.

Toplumsal Ekoloji Grubu, Ekoloji Kolektifi’ni ‘fazla Marksist’ bulduğu için teorik bünyesinin hiç uyuşamayacağı Yeşiller grubuyla birlikte hareket etmektedir. Şadi İdem ‘Toplumsal Ekoloji nedir’ yazısında bu grubun doğa ve toplum anlayışını şöyle aktarıyor:

‘’Çağımızın ekolojik problemlerinin tehlikesi ve özü, Bookchin’in dediği gibi, bu toplumun -geçmişteki tüm toplumlardan daha çok- organik evrimi bozuyor olmasıdır. Tabii ki insanın bu organik evrimin dışında olmadığını hatırlatmak önemlidir. Daha da önemlisi; doğal evrim tarafından oluşturulan insanın, doğal evrim tarafından kendisine bahşedilen potansiyelleri sonucu önemli bir noktada olduğunun vurgulanmasıdır. Zira artık insan kendini var eden evrim sürecinin yönünü belirleyebilme yetisine sahiptir. Yani insanlar şimdi hiç olmadığı kadar hayati bir yol ayırımına gelip dayanmışlardır. Ya bu sistemin temel çelişkilerini görmezden gelip -hiyerarşi sistemi ve sınıfları- var olan yıkıcı sistem içinde yok olmayı bekleyecek; ya da tahakkümü bertaraf eden özgürlükçü demokratik yapılanmalarla oluşan ekolojik bir toplum yaratacaklardır. Başka bir yol yok. İşte Toplumsal Ekoloji, şu anki sınıflı ve hiyerarşik topluma alternatif özgürlükçü ekolojik bir toplum hedefler.

Toplumsal ekolojiye göre, Devlet yönetimine talip olunan genel seçimlere katılmak ile yerel seçimlere katılmak -özellikle bilinçli olarak devlete karşı çıkan özgürlükçü bir hareket açısından- aynı şey değildir. Kentler ve Devletler bütünüyle farklı iki gelenekten gelişmişlerdir. Tarih çoğu kez, kentler ve devletlerin iktidar mücadesine sahne olmuştur. Devlet’e karşı mücadele etmeyi ve yerel yönetimi demokratikleştirmeyi amaçlayarak yerel seçimlere katılmak, Devlet’e karşı mücadele etmek demektir.” (Toplumsal Ekoloji, Bahar 2002, sayı 1)

Bookchin ekolünü temsil ettiğini söyleyen bir diğer grupta Sosyal Ekolojist Dönüşüm Derneği etrafında örgütlenen anarşistlerdir. Bunlar da bugün pratik olarak Özgür Hayat adında bir dergi etrafında faaliyetlerine devam etmektedirler.

Demokratik Toplum Hareketi de kürt sorunu merkezli bir uygarlık eleştirisi olarak Bookchin’i sahiplenir. Abdullah Öcalan, Özgür İnsan Savunması adlı kitabında şunları söyler:

”Bu darbenin altından çıkmak, ancak doğa ve toplum nasıl ise öyle anlamaktan geçer. Doğanın ve toplumun dilini ve aklını çözmeden de bu iş başarılamazdı. Ana hatlarıyla çözdüğüm iflasa uğrayan paradigmanın yerine, doğa ve toplumun akıl özüne dayalı temel bakış açısına daha fazla yaklaştığıma ilişkin kanılarım güçlüdür. Toplumun temel yasalarına göre yaşama güvenim, eskinin yüzeysel güveni ve zayıf yönlerine göre önemli gelişme sağlamıştır. Artık ne güçlü inançlarla ne de güçlü pratik iradeyle yaşama yol almak bana çekici ve çözümleyici gelmektedir.”

Abdullah Öcalan cezaevinde yaptığı bir görüşmesinde de şunları söylüyor: ”Kürt sorunu geldiğimiz aşamada yüzde doksan yerel yönetim sorunu haline gelmiştir. Kürt sorununu yerel yönetimler düzeyinde çözeceğiz. Burada devletin izin vermesi ya da düşmanlık yapması gibi bir şey yoktur. Belediye devletten hiçbir şey de almayabilir. Devlet izin mi verir? Düşmanlık mı yapar? Benim için çok önemli değil. Ben belediyeler için Bookchin’i mutlaka okuyun, pratikleştirin demiştim. Bugün Kürt sorunu yerel yönetim düzeyinde çözüm aşamasına gelmiştir. Türkiye’nin modernleşme tarihinde üç dönem vardır. Tazminat, Cumhuriyet ve şimdi benimle başlayan 2000’li yıllar.”(http://www.kongragel.com/index.php?option=content&task=view&id=167)

Kapitalist kentleşmenin bugün ki düzeyini gözettiğimizde, kentlerin ve oradaki iktidar odaklarının kendilerini merkezi hükümetin yetkileriyle donatmak ve merkezden özerkleşmek adına nasıl bir yol izlediklerini iyi analiz etmek gerekir. Yerelleşme adı altında yetkilerin yerele devredilmesi süreci ve yönetişim propagandası altında yerel yönetimlerde sermaye iktidarının yeniden üretildiğini kavradığımızda, tek başına yerel odakların ele geçirilerek özgürlükçü ekolojik bir toplumun inşa edilemeyeceği anlaşılır. Ama ne yazık ki hem toplumsal ekoloji grubu hem de Demokratik Toplum Hareketi,  Belediyelerin sermaye iktidarının yeniden üretilmesindeki paravan işlevine özgürlükçü anlamlar yüklemektedirler. Kaldı ki Türkiye’nin kentleşme pratiğiyle, devletin kurulma süreci Bookchin’in tarif ettiği gibi değildir. Türkiye’de kentler ve devlet iki farklı gelenekten gelmez. Kentler ve devlet meşruiyetini  tanrısal kaynaklı bir iktidarla var ederken de; bugün de, siyasal iktidarın Türkiye’de monolotik bir veçhesi vardır. Bu iktidar odakları arasındaki yönetsel zamk bugün kapitalist ”ağ tipi örgütlenmedir”. Ama unutmamak gerekir ki kapitalist sermaye birikim rejimi doğası gereği merkeziyetçi ve otoriter bir siyasal iktidar yaratır, iktidarın mekansal ölçeği ne olursa olsun bu iktidarlar, kapitalist toplumsal formasyonda toplumsallaştırılamazlar. Kentsel iktidar odakları ve siyasal iktidarın merkezini temsil eden devlet iktidarı arasındaki çelişki bu ikisinden birini ele geçirerek aşılamaz. Bugün bu iktidar biçimlerinin nasıl toplumsallaştırılacağına yanıt üretemez bu formül.

Kapitalizmin yönetsel olarak aşılması iktidarın toplumsallaştırılması demekse bu iktidarın hiyerarşik, patriarkal ve sömürücü tarzını tarihsel olarak analiz etmek gerekir. Bookchin’in birinci doğa ve ikinci doğa olarak analiz ettiği tezleri, doğal olandan toplumsal olana evrimsel geçişi açımlayacak güçte değildir. Bu tezlerin ‘emek sürecinin’ insanın toplumsallaşmasındaki özgül rolünü görememesi ya da bu nokta da suskun kalması nedeniyle hiyerarşinin ve tahakkümün nereden  hangi mekanizmalardan başlanarak aşılabileceği sorularına verdiği yanıtta eklektik olur..

SONUÇ YERİNE:

Bir toplumsal sorun ne kadar can yakıcı olursa olsun, insanların bu konuda duyarlı olmaları ve bu sorunların çözümü için mücadele edebilecekleri ya da edecekleri anlamına gelmez. Evet, doğayla kurduğumuz ilişkinin sınırlarına dayandık, küresel ısınmanın vehametini yaşıyoruz nükleer tehditlerin sonuçları onlarca yıldır varlığını sürdürüyor, GDO’lu tarımın toprağı ve çiftçiyi nasıl köleleştirdiğini biliyoruz, nihayetinde, ekolojik kriz bir yandan doğayı bir yandan emeği köleleştiriyor. Ve biz, toplumsal ilişkilerimizdeki dönüşümün ancak ve ancak bir siyasal devrimle mümkün olabileceğini, yönetenlerle üretenler arasındaki birliğin iktidarın toplumsallaştırılmasıyla sağlanabileceğini, bugün evle iş arasındaki mekansal ve uzamsal yarılmanın emek sürecindeki bir devrimle aşılabileceğini görüyor ve savunuyoruz. Buna rağmen, herkesin ekmeğe, havaya, suya, enerjiye ulaşabilme olanağına sahip olabileceklerine hem de bunları yeniden üretebilecekleri koşulları elde edebileceklerine emekçileri ikna etmek, buna yönelen bir mücadele olmaksızın olası görünmüyor.

Bununla birlikte Türkiye’de ekoloji hareketlerinin tamamı, gerçekleştirmek istedikleri toplumsal yaşama  varmayı sağlayacak örgütsel birikimden uzaktırlar. Ekoloji hareketleri çok parçalı ve zayıftırlar. Bu parçalı  Ekolojik hareketlerinin “siyasal iktidar perspektifleri” netleşmemiştir. Hiyerarşi ve otoriteyi reddeden ekolojistler dahi örgüt içinde kişisel özelliklerden kaynaklanan farklılıkların anti otoriter kılınmasında görece başarısız kalmışlardır.

Kendi gündemlerini politik gündem konusu haline getirmeye çalışan aksiyoner hareketlerle, bu hareketlere lojistik olarak bilimsel destek sunan kişi ve hareketlerin birlikte hareket etme becerileri gelişkin değildir.

Ekoloji hareketlerinin söylemlerindeki çoğulluk, hareketin kadrolarının ve kitlelerinin niteliksel zenginliğini yaratmaya yetecek güçte değildir.

Ekoloji hareketlerinin gündemleri, karşılarına aldıkları egemen kalkınma paradigmasının ideolojik hegemonyasını kırabilecek bir toplumsal meşruiyete kavuşmuş değildir.

Ekoloji hareketlerinin gündemlerini tartıştırırken yaratılan kamuoyu, bu gündemlerin arkasındaki tarihsel birikimle halk tanıştırılamadığı için üçüncü sayfa haberciliğine tekabül edecek düzeye sürüklenmektedir.

Ekoloji hareketlerine egemen olan “öznesiz” siyaset tarzı, hareketlerin örgütleneceği ve ideolojik yığınak yapacağı alanları tespit edememesine yol açmaktadır.

Ekoloji hareketlerinin gündemlerinin, egemen politikaların gündemine oturmaya başlamasıyla, ekoloji hareketleri farklılığını teorik ve pratik olarak örecek politik bir eksen doğrultusunda inşa edemezse, hareketin varlık koşulları yok olmaya yüz tutacaktır.

Bu yok oluşa çanak tutan kimi doğa korumacı,  çevreci ve kalkınmacı örgütler ise uzun zamandır, Politikaya yükledikleri olumsuz anlamlarla kendi gündemlerinin politika dışı olduğunu ileri sürerek, sadece bu nedenle ekoloji hareketlerinin varlık koşullarını inkar eden bir hatta savrulmakta ve ilerlemeci kalkınma paradigmasının uygulayıcısı, ekolojik krizin yeniden üretilmesine zemin hazırlayan ideolojik odaklar haline dönüşmektedirler.

Avrupa Birliğinin ve Dünya Bankasının fonlarını geçim aracına çevirmiş ve şirketleşmiş bu odaklarla ittifak arayışları, yeşil parti girişiminin, yeni bir toplumsal yaşamı merkezine koyan siyasal geleceğini de tehdit edecektir.

Ekoloji hareketleri aksiyoner yönlerini politik bir toplumsal inşa pratiğine sevk edemezse, hareketin mücadeleleri Bergama hareketinde yaşandığı gibi mahkeme ve hukuk ikilemine saplanıp kalacaktır.

Buna karşın ekolojist hareket, Kapitalizmin doğal ve tarihsel sınırlarıyla yüzleşen bir yeni uygarlık hareketi olarak gelişecek işçi hareketinin önümüzdeki döneminin örgütsel inşa sürecine ciddi katkılar sunacaktır. Ancak, ekoloji hareketlerinin anti-kapitalist yönelim taşımayan ‘çevreci’ biçimlerinin, yeni bir ideolojik mücadele alanının olası muhatapları olarak sistem tarafından yeniden ve yeniden üretileceğine dair fikri ve örgütsel bir uyanıklığı da yitirmemek gerekir.

Genel olarak ekoloji hareketlerinin tüm biçimlerinin, özellikle yatay örgütlenme ve hareket temelli gelişmeye dair birikimleri yanı sıra dünyayı yorumlarken sordukları sorular, ekolojik yönelimi kendi hareketine içeren bir devrimci işçi hareketinin üstünkörü okuyabileceği sıradanlıkta değildir. Toplumsal ilişkilerin verili karmaşası içinde, kapitalizme karşı eleştirelliğini yitirmeyecek bir ekolojik hareket Tarihsel materyalizmle, kendini yeniden kurmayı başarabilecek bir sosyalist hareket de ekolojist hareketle daha içsel bir bütünleşme zeminini aramak ve bulmak zorundadır.

Kapitalizmin yarattığı uygarlık karşısında, yeni bir dünya yaratmak için söylenecek sözlerin çoğu belki söylendi ama “söyleyecek yeni bir söz bulmak ne iyi olurdu” diyenlere söylenecek bir söz var: İnsanlık, neyse ki hala, kendi geleceğine sahip çıkmak için sözünü söyleyecek pek çok dünyaya sahip. Bilimin inanca dönüştüğü, muhafazakar ve dinsel kültürünün insanları birer puta çevirdiği, uzmanların Cinci Hocaların koltuğuna oturduğu, televizyon başındaki gerçeğin yaşamımızın tüm alanlarını işgal ettiği, sadece sermayenin elindeki teknolojiyi nasıl iğdiş edeceğimizi değil gelecek toplumun var edeceği teknolojinin yolunu arayanların tarihi yeniden yaratmaya nereden başlayacakları üzerine kafa yordukları bir dönemeçten geçiyoruz.