Biyogüvenlik Yasa Tasarısı Işığında Biyogüvenlik (Ama Nasıl?)

Çok konuşulan ama uygulanabilir fikir üretilemeyen gündemlerimizden birisi de Biyogüvenlik. Transgenik ürünler sektörünün giderek karlı bir yatırım alanına dönüşmesiyle birlikte biyogüvenlik tartışmaları da bu sektörün güvenliği olarak tartışılmaya başlandı. Fakat transgenik ürünlerin yarattığı yıkım politik olarak açığa çıkarılmaya başlandığından beri biyogüvenlik tartışmalarının iki ucu olduğu ortaya çıktı. Bir taraf biyogüvenliği, Kapitalist pazarın güvenliği bağlamında tartıştırırken diğer taraf, gıda egemenliği, gıda güvenliği, biyolojik çeşitlilik, sürdürülebilir tarım, doğayla birlikte yaşam, gen kaynaklarının korunması, emeğin ekolojik hakları bağlamında tartıştı.

Kapitalist pazarın transgenik ürünlerini ve bu pazarın biyogüvenlik politikalarını savunanların dayandıkları temel argümanlar, tarım topraklarının giderek verimsizleştiği, dünyada açlığın yaygın olduğu, transgenik ürünlerin açlığa çözüm olacağı ve bunun içinde transgenik ürünlerin tarımsal üretimin merkezine oturması gerektiğiydi. Yalnız bu taraf şunu da açıkça söylüyordu, transgenenik tarım bazı riskler taşıyordu. Bunun için düzenleyici ve denetleyici önlemler alınmalıydı. Transgenik ürünlerin baş aktörleri olan uluslar arası tarım ve ilaç tekellerinin sözcülüğünü kimi zaman BUSH  kimi zaman da BM, DB, OECD ve AB  üstleniyordu.

Bu argümanlara karşı son bir yıldır yazılı ve görsel basında GDO’ya Hayır Platformu’nun bileşenleri çok şey söyledi, onlarca makale yayınladı. Bilinçlendirme kampanyaları düzenledi, çiftçileri ve tüketicileri uyardı.  Açlığın eşitsiz gelir dağılımından kaynaklandığını vurguladı.Tarımın yıkıma götürüldüğünü, gen kaynaklarının şirketlerin denetimine geçtiğini, biyolojik çeşitliliğin geleceğimiz olduğunu derhal transgenik politikalarından vazgeçilmesi gerektiğini belirtti. Emek sürecinin çiftçilerin ve doğanın geleceği gözetilerek yeniden örgütlenirse, biyolojik çeşitlilik ve gen kaynakları koruma altına alınırsa, gıda egemenliği sağlanırsa toplumların bir yıkımdan kurtulacağını belirtti.

Aynı zaman zarfında Türkiye Cumhuriyeti Tarım Bakanlığı bünyesinde bir yasa tasarısı taslağı üzerinde bu tartışmalar yapılıyordu. Yasa tasarısı taslağının adı: ULUSAL BİYOGÜVENLİK KANUN TASARISI’ydı. Üzerinde yaklaşık iki yıldır çalışılan taslak kamuoyunun gündemine düştüğü andan beri, tasarıyla kimin biyogüvenlik ihtiyacının karşılanacağı tartışılıyor.

Taslağa zemin hazırlayan çalışmalara baktığımızda biyogüvenlik hukukunun, şirketlerin çıkarlarını gözeterek hazırlanacağı belliydi. Ancak gerek ulusal hazırlıkların gerekse de uluslararası düzenlemelerin  GDO’lu ürünlerin Türkiye’de serbest dolaşımını zorunlu kıldığı söylenemezdi.

Taslağa hukuki meşruiyet sağlayan, Biyolojik Çeşitliliğin Korunmasına Dair Sözleşmenin eki niteliğinde olan ve Türkiye’nin de onaylayarak yürürlüğe koyduğu Cartagena Biyogüvenlik Protokolünün dayandığı ihtiyatilik prensibine göre de ülkeler GDO’lu ürünleri üretmek, dağıtmak, Pazar açmak zorunda değillerdi. Bu ilkeye göre: Güvenlik konusunda bir bilimsel bilgi ya da uzlaşı eksikliği olduğunda, ülkelerin GD organizmaların ithalatını ve kullanımını yasaklama ya da sınırlandırma hakkı vardır.

Şimdiki mevcut tasarıyı hazırlayanların iddiasına göre ise Cartagena Sözleşmesini imzaladığımıza göre böyle bir yasa çıkartmamız gerekiyordu.  Evet Biyogüvenlik sistemine ihtiyaç duyduğumuz kesin. Bu sistemi işletecek bir kuruma da gereksinim var. Yasa tasarısı eğer sadece bu sistemi kurmak gibi bir amaç edinmişse, ki tasarı taslağının amaç maddesinde bu dile getiriliyor. Neden Transgenik ürünlerin zararsız olduğuna dair bilimsel ve toplumsal bir mutabakat sağlanmadan GDO’lu ürünlerin üretimine, dağıtımına, işlenmesine, pazarlanmasına izin veriliyor?

GDO’lu ürünlere pazar yaratma kaygısının taslağın içine işlenmesi mevcut ekonomik ve yasal zorunluluklardan da kaynaklanmadığına göre durumun politik irade zaafiyetinden başka bir şey olmadığı kolayca söylenebilir.

Tasarı taslağının tek hukuksal ve politik zafiyeti bu kadar değil elbette. Bilindiği gibi biyogüvenlik sistemi hangi toplumsal sınıfın çıkarlarını korursa korusun, gıda güvenliği, insan, hayan, ve bitki sağlığı ile ilgili tüm düzenlemeleri içine alacak şekilde oluşturulmalıdır. Buna karşın hazırlanan tasarı taslağında ne gıda egemenliği ne gıda güvenliğine ilişkin doğrudan bir düzenleme yok. Bu kadar da değil elbette. İnsan hastalıklarının teşhis ve tedavisinde kullanılan tıbbi ürünler ile veteriner tıbbi ürünleri kanun kapsamı dışında tutularak biyogüvenlik sistemi baştan, işlemez bir zemine oturuyor.

Taslakla ilgili diğer bir önemli noktada yasakların düzenlendiği 11. maddeye ilgili. Bu maddenin b bendine göre, “GDO ve ürünlerinin, bebek ürünleri ile küçük çocuk ek besinlerinde kullanılmak üzere özellikle geliştirilmiş olanlar hariç,  bebek mamalarında ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanımı, bu tür ürünleri içeren bebek mamalarının  ve küçük çocuk ek besinlerinin ithalatı ve ülke içinde dağıtımı yasaktır.” deniyor. Bu maddenin GDO’lu ürünlerin riskleri konusunda bir itiraftan başka bir şey olmadığı açık: Küçük çocuklar yemesin ama yetişkin insanlar tüketebilir anlayışı nasıl bir insan metabolizması algısından besleniyor acaba? Küçükler için zararlı olduğu savlanan besinler neden büyüklere zarar vermiyor?

Yine yasaklar başlığıyla düzenlenen maddenin c bendine göre, “biyolojik çeşitlilik ve genetik  kaynakların korunması amacı için belirlenmiş genetik çeşitlilik merkezleri ile Korunan Alanlarına ve organik tarım yapılan alanlara risk değerlendirmeye dayanarak belirlenecek mesafelerden daha yakın mesafelerde GDO üretimi yasaktır.” Peki Türkiye’nin ulusal ölçekte uygulanan bir biyolojik çeşitlilik ve gen kaynaklarını koruma acil eylem planı var mı? Türkiye’nin biyolojik çeşitlilik ve gen kaynakları envanteri hazırlanmış mı? O Halde bu madde nasıl uygulanacak, bir ülkenin gen kaynakları envanteri ve biyolojik çeşitlilik acil eylem planı uygulaması olmadan yönetmeliklerle koruma alanları belirlenerek, yeni bir hukuksal komediye imza mı atılacak?

Biyogüvenlik sistemi oluşturma iddiasıyla yola çıkan yasa yapıcılar, daha sistemi oluşturmadan yumurtaları yolda teker teker kırıyorlar. Kanun hazırlama tekniği açısından da son derece başarısız, güncel verileri ve gelişmeleri takip etmekten uzak ve uygulanamaz bu normlar dizisi, biyogüvenlik sisteminin temel konularını içermediği, sistemin yatay kapsamını daralttığı gibi bu sistemin karar verme mekanizmalarını elitist bir bürokrasiye  emanet ederek, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’in giderek hantallaşan bürokrasisini, bürokrasiyi tasfiye etmek adına yeniden üretiyor. Karar verme mekanizmalarında halkın katılımının hiçbir şekilde düzenlenmediği taslak karşısında bir emri vakiyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak zor olmuyor.

Biyogüvenlik sistemini işletmekle görevli biyogüvenlik kurumunun aldığı kararları herkesin bilgisayarının olduğu düşünülerek Internet ortamında yayınlama nezaketini taslak gösteriyor. Ama hukuk devleti bu nazik davranışların demokratik toplum düzeniyle bağdaşıp bağdaşmadığını denetleyebilmek için yurttaşlarına bilgi edinme hakkı tanır. Oysa, taslak tasarının 6. maddesinde düzenlenen gizli bilgi maddesiyle, hem yurttaşların bilgilenme hakkı ellerinden alınıyor hem de  hem de  hukuki güvenlik duyguları sarsılıyor.

Bu taslak tasarı yasalaşır ve yürürlüğe girerse, önümüzdeki yıllarda çiftçilerimizi zor günler bekliyor. Transgenik tarım dışında tarımla uğraşanların, transgenik tarımdan uğrayacakları zararlar da sorumluluk nasıl tespit edilecek? Bu zararı kim ispat edecek? Sorularına geleneksel hukuk mantığı içinde yetersiz yanıtlar üreten tasarı taslağı, transgenik ticaret yapan şirketleri izin işlem ve prosedürlere uymadıkları anda sorumlu tutarken sorumluluğa ilişkin temel ilkelerin düzenlendiği 33. maddenin e bendinde illiyet bağının kesildiği halleri göstermiştir. Geleneksel hukuk kuralları içinde kusur sorumluluğuna ilişkin illiyet bağını kesen etkenler mücbir sebep, zarar görenin kusuru, 3. kişinin kusurudur. Kusursuz sorumluluk ise kusur sorumluluğundan tamamen farklıdır. GDO ve ürünleri için mücbir sebebin  kabul edilebilir bir illiyet bağını kesen sebep olmadığı açıktır. Ancak, GDO’lar için mücbir sebebin illiyet bağını kesen neden olarak kabul edilmesi doğa olaylarının tamamının mücbir sebep kavramı içinde şirketler tarafından ileri sürülebilmesine olanak tanır ki, bu durum mevcut mahkeme kararlarına ve sorumluluk hukukunun ilkelerine; Anayasa’ya ve hukuk devletinin ilkelerine aykırıdır. Bu nedenle de illiyet bağını kesen nedenler arasında mücbir sebep de sayılarak taslak bir eliyle verdiğin, diğer eliyle almaktadır.

Madde 36 ise ispat külfetini zararın meydana geldiğini iddia eden kişiye yükleyerek ihtiyat ilkesine aykırı bir düzenleme getirmiştir. Bu düzenleme, gerek Cartegena Sözleşmesi’nde yer alan ihtiyat ilkesine, gerekse taslağa hakim olması gereken ruha ve  mantığa ters düşmektedir. Eğer tasarı taslağı biyolojik çeşitliliği korumaya yönelik hazırlanıyorsa, zarara uğrayanlar GDO’lar nedeniyle zarara uğradıklarını ispatlamak zorunda bırakılamazlar. Zararın, GDO ve ürünlerinden kaynaklanmadığını, GDO’ların zarara neden olmadığını ispat yükü, GDO’yu piyasaya süren, izin veren, üreten ve kullandıranlardadır.

Son söz olarak denebilir ki, ülkemiz de ivedilikle bir biyogüvenlik sistemi oluşturulmalıdır. Bu sistemi işletecek kurumun katılımcı ve demokratik olarak örgütlenmesi bir zorunluluktur. Biyogüvenlik siteminin oluşturulması için öncelikli olarak  biyolojik çeşitlilik acil eylem planı ve gen kaynaklarının korunması stratejisi hazırlanmalı ve envanter çalışmaları yapılmalı, konuyla ilgili yetişmiş kadrolar oluşturulmalı ve bu konularda faaliyet yürüten sendikaların, odaların ve kitle örgütlerinin bilinçlendirilmesi hızlandırılmalıdır. Bu hazırlıklar, biyolojik çeşitliliğimizi, tarımımızı ve canlı yaşamını transgenik tarımın yıkımına karşı koruyacak bir hazırlık niteliğinde olacağından mevcut taslağın dayattığı GDO şirketlerine pazar yaratma mantığından vazgeçilmelidir.

Yoruma kapatılmıştır.